#Kutu and Ki
Explore tagged Tumblr posts
ranjith11 · 1 year ago
Text
youtube
Kids Adventure Cartoon TV | A Tiny Adventure | Kutu & Ki's Adventures
🌟Hey tiny explorers!🌟 Ever wondered what it feels like to be as small as a bug? 🐜 Join Kutu & Ki on a wild ride in the garden! Thanks to Nani's quirky shrinking device, our duo dives deep into a world of towering flowers, gigantic bugs, and secrets hiding in every leaf
0 notes
tozluhayaller · 4 months ago
Text
Hayallerimiz vardı bizim ya. Umutlarımız vardı. Çok bişey değildi ki istediğimiz, samimi insanlar, çıkarsız dostluklar ve paranın değil insanların önemsendiği bir yaşamdı.
Çok bişey değildi istediğimiz, köpük kadar geçici arkadaşlıklar dan ziyade, bir taşın arasından çıkan çiçek misali sağlam insanlar lazımdı bize.
Çok bişey değildi istediğimiz, bir çanta dolusu kağıt, biraz kalem, bir kaç kutu kitap, sessizlik ve sessizken bile dinlendiğin biri.
Çok bişey değildi istediğimiz.. Ama dünya öyle bir hale geldi ki. Değil bir sonraki günü, bir sonraki saatte bile acaba neler olacak endişesiyle geçiyor günler.
Ve acaba bugün kim tarafından yok sayılacağım, acaba bugün ne kadar yaralanacağım diye bekleşiyor, yalnız ruhlar.
55 notes · View notes
endergelisenataklar · 6 months ago
Note
"ender gelişen osasuna atakları" nı açıklar mısın?
"yaşım 32, annemle yaşıyorum. babam da var; ama o oturma odasında yaşıyor. annemle ben salondayız. bir bankada orta kademede çalışıyorum. hiç sevgilim olmadı. bir keresinde, üniversitenin ikinci yılında gönül diye bir kızla yakınlaşmıştım. okul çıkışları yürürdük. dünyayı konuşurduk, sevgiyi konuşurduk, birlikte dans kursuna gitmemiz gerektiğini konuşurduk. iki kez de sinemaya gitmiştik. biri forget paris öteki de braveheart. geceleri uykuya dalmadan önce onu düşünürdüm. sabahları uyandığımda aklıma gelen ilk o olurdu. okul partisinde onu cem’le öpüşürken gördüm, sonra... gittiğim ilk maç fenerbahçe–beşiktaş arasındaydı. 1979 yılıydı galiba. süleyman’ın cemil’i marke ettiği maçtı. sahadaki tek sarışın süleyman’dı, ben de beşiktaş’ı tutmaya karar verdim. insanlar cemil turan, lefter, metin oktay, şeref gibi futbolcuları görüp takım tutar. ben gidip adı şanı bilinmeyen, şu an esamesi bile okunmayan bir defans oyuncusu sayesinde beşiktaş’ı tuttum. bir de çocukken trt’de ilker yasin’in sunduğu avrupa’dan futbol programını hiç kaçırmazdım. ispanyol liginde osasuna diye bir takım vardı. hâlâ var. osasuna denen bu takım diğerlerine nazaran zayıf bir takımdı ve ilker yasin sürekli “ender gelişen osasuna atakları” diyip dururdu. osasuna takımı ender geliştirdiği ataklar sayesinde avrupa’da tuttuğum takım oldu. aynı dönemde liverpool, bayern, nottingham forrest gibi takımlar havada uçuşurken, ben osasuna sempatizanı olmuştum. okuduğum bütün okulları birincilikle bitirirdim. bu çok istediğimden olmadı. yapacak daha iyi bir şeyim yoktu. hep ders çalıştım. futbolcu olmak isterdim; ama mahallede beni pek takıma almazlardı. zaten çok yeteneksizdim. beden derslerini de hiç sevmezdim. uzun mesafeli koşularda diğerlerine kronometre tutarlardı. beden hocası benim koşacağım gün kronometre yerine takvimle gelmişti. herkes çok gülmüştü. ben de çok gülmüştüm. masa tenisinde kimse yenemiyordu ama… çok arkadaşım yok. liseden bahadır var. o da amerika’da şimdi. sürekli çağırıyor; ama gidemem. uçaktan çok korkuyorum. yalnızlık gibi bir sorunum yok. insanlar beni seviyor; ama sadece o kadar. oraya buraya pek çağırmıyorlar. şirket eğlencelerinde yeterince sosyalleşiyorum zaten. çok kitap okuyorum; ama hemen unutuyorum. konsantrasyon sorunum varmış. bunu bir yerde okumuştum. bir de karmaşık insan ilişkilerine bulaşmamak daha iyi oluyor galiba. çok emin değilim; ama içiniz boşalmıyormuş. bunu da bir yerde okumuştum. içiniz boşalmıyor… yani sizi siz yapan özelliklerinizi yitirmiyorsunuz. yani hayat boyu bakışlarınız değişmiyor. çocukken nasıl baktıysanız, hayat boyu öyle bakıyorsunuz. ama itiraf etmeliyim ki bir kız arkadaşım olsa çok iyi olurdu. öyle sevişmek için falan değil, birlikte bir sürü şey yapmak için. ne biliyim, birlikte yemek yapardık, masa tenisi oynardık, kim 500 milyar ister’i birlikte izlerdik. erenköy sahilinde yürürdük. işte böyle şeyler. bir de bol bol konuşurduk. benden yazmamı istediler. yazacak kadar çok şey bilmiyorum ki. ısrar ettiler… peki yazıyim de ne yazayım? kendini yaz, yaşadıklarını yaz dediler. içimden “yaşadıklarımdan ancak kutu oyunu yapılabilir, başka bir halta yaramazlar” demek geldi. sonra düşündüm, herkesin her şeyi bildiği bir ülkede, bir şeyleri bilmemek üzerine ne yazılabilir diye… yazılarımı birileri okur mu diye hep merak ettim, neden olmasın? ender gelişen osasuna atakları beni heyecanlandırmıştı. belki bir gün sizleri de heyecanlandırır."
66 notes · View notes
amezhu · 2 months ago
Text
Heaven Official's Blessing▪︎
244. BÖLÜM - Cennetin Kutsaması ile hiçbir yol çıkmaz değildir. -
“Tebrikler tebrikler!”
“Tebrikler ekselansları!”
Yeni inşa edilen ‌PuQi‌ Tapınağı hareketli ve canlıydı, insanlar içine girip çıkıyordu,‌ Xie Lian dolu olan birkaç uzun masanın arasından geçerek su gibi akan erişte kaselerinden, altın gibi parıldayan yağlı çorbalardan ve kar beyazı, ağız sulandıran pirinçten sonra sıcak buharlı kaseleri veriyordu‌. Koşuşturma içindeydi ve hala misafirleri karşılamalıydı, elindeki görevlere “Teşekkür ederim, lütfen oturun.” demek için ara verdi.
Ne yazık ki bir kavgada çöken ‌PuQi‌ Tapınağı yeniden inşa edilmişti.
Yeniden inşa edildikten sonra, bir zamanlar harap olan küçük tapınak şimdi çok daha görkemli hale geldi,‌ birkaç yeni bahçe bile eklendi.‌ Aslında inşa eden Hua Cheng ya da Xie Lian değildi, PuQi köyünün köylüleriydi.‌ O gün, Xie Lian utanç içinde kaçtığında, enkazı araştırdılar ve aslında altın külçeleriyle dolu bir kutu buldular. Doğal olarak o Quan Yi Zhen’in bağış kutusuna doldurduğu altın külçeleriydi.
Bu köylüler hiç bu kadar çok altın görmemişlerdi ve neredeyse akıllarını kaçırmaktan korkmuşlardı. Kendilerine geldiklerinde Köyün efendisi birazını PuQi tapınağını yeniden inşa etmek için almış, kalanına dokunmaya cesaret edememiş ve Xie Lian dönüp ona verene kadar güvenli bir yerde saklamıştı.
Böylece, Xie Lian Hua Cheng’i getirerek döndüğünde onları memnuniyetle karşılayan “Daozhang” ve “Xiao Hua” ya yapılan çoşkulu karşılamalarının yanı sıra yepyeni bir Taocu tapınak ve altınla dolu ağır bir kutuydu.
Xie Lian bu altın külçelerini Quan Yi Zhen’e geri vermeyi planlamıştı ama Quan Yi Zhen asla geri almazdı, her gördüğünde reddediyordu ki Hua Cheng ona şunları söyledi; “Eğer o altın külçelerini geri almazsan ruhları beslemek için doğru yöntemi unutabilirsin.” Ancak o zaman bu çocuk uslandı ve insanlara körü körüne külçe altın doldurma kötü alışkanlığını düzeltti.
Cennet mensuplarından oluşan grup selamlaşmalarını yaptıktan sonra Mu Qing'in liderliğinde, dikkatli bir şekilde avluya girdiler. Yanlışlıkla yukarı baktılar, bu Taocu tapınağın tam görünümünü gördüklerinde bütün sözleri anında boğazlarına takılıp kalmıştı.
Büyüleyici.
Fazlasıyla büyüleyici!
Kutlama renklerinin parlak, birbiriyle çatışan kırmızıları ve yeşilleri ve aşırı derecede abartılı, gökkuşağı renginde, ilahi heykel en kötüsü değildi. En kötüsü, kuruluşun plaketiydi.
O plaketin üzerine tam olarak ne yazılmış veya çizilmişti?
Yeni bir türbenin kurulmasıyla birlikte doğal olarak orada da bir kutlama yapılması gerekiyordu. Ama bu yeni türbenin kalitesi ve tadı her açıdan berbat ve pejmürdeydi, özellikle de o umutsuz yapının plaketiyle. Bu herhangi birinin iltifat etmesini gerçekten zorlaştırıyordu. Aslında önceden düşündükleri tüm tebrik cümleleri tamamen unutulmuştu.
Ancak Xie Lian bunların hiçbirine aldırış etmedi ve bunun oldukça iyi olduğunu düşündü. En azından her an çökebilecek harap bir bina değildi. Gelenleri yeniden selamladı, “Lütfen oturun.”
Bu göksel yetkililer grubu oturmak istiyormuş gibi görünmüyordu ve tebrik etmeye gelmeleri muhtemelen sadece yüzlerini göstermek içindi bu yüzden acele ettiler ve hediyelerini teslim ettikten sonra ayrıldılar. Xie Lian Mu Qing’e döndü, “Neden bu kadar aceleyle ayrıldılar?”
“Hala soruyor musun?” dedi Mu Qing.
“Evet?” diye cevapladı Xie Lian.
Mu‌ Qing huysuzca tükürdü, “O zaman neden gidip senin şu iyi San Lang’ına sormuyorsun?”
Görünüşe göre, Hua Cheng ilk geri döndüğünde, bunu bilen ilk kişi Xie Lian oldu, ikincisi ise henüz koltuğunu ısıtmamış olan Üst Mahkeme'ydi. Bunun nedeni uzun zamandır tüm emeklerini koydukları ve aniden Sonbahar Ortası Ziyafeti gibi Hua Cheng'in üç bin fenerden oluşan gündelik dalgası tarafından katledildikleri ShangYuan festivalinin uzun zaman önce olması değildi. Sebebi muhtemelen o geceden beri tehlike çanları deliler gibi çalıyor, sanki onlara hatırlatırmış gibi tüm üst cennette o ses yankılanıyordu; “Cennetin kabusu geri döndü!”
Kabus onların gözleri önündeydi, bu yüzden tabii ki normal cennet mensupları yaklaşmaya cesaret edemediler. Ancak Xie Lian ve Hua Cheng hakkındaki dedikodular zaten abartmaya gerek kalmadan oldukça sertti. Ama onlar hala Xie Lian'ın iyi lütuflarını almak istiyorlardı Yani gelecekte Hua Cheng'e biraz merhamet göstermesi için yalvarabilirlerdi.
Xie Lian bunu öğrendi ve geçmişte Hua Cheng’in üst mahkemeden tüm bir yıl boyunca kahramanca başarılarını ilan etmesini nasıl talep ettiğini hatırladı ve güldü, “Arsız.”
“Bu sadece bir arsızlık meselesi değil?" diye azarladı Mu Qing, “Ona biraz dinlenmesini söyle, bu kontrolden çıkıyor. Şu anda bu zil her gün çok gürültülü, hiç kimse konsantre olamıyor ve tüm Üst Mahkeme işlevini yerine getiremiyor. Hatta zaman zaman tekrar düşüp insanları ezeceği anlar oldu. Yeni cennet başkenti sonunda inşa edildi, bunun gibi bir şeyin onu bir daha yok etmesine izin verme.”
“Pekala.” Dedi Xie Lian, “Birazdan ona anlatacağım. Biz buradayken denemek ister misin?” Avludaki masalardaki pirinç, erişte ve çorbaları işaret etti ve ekledi, “Onları ben yapmadım.”
Mu Qing ilk kısmı duyduğunda ifadesi soğuktu, yüzünde baştan sona ret yazılmıştı ancak son kısmı duyduktan sonra normale döndü. O sırada Feng Xin de gelmişti. Birkaç tam da gitmek üzere olan kıdemsiz yetkiliyi fırçalamak için tam zamanında bahçeye girdi. Selamlaştılar, sonra fısıldadılar, “Bu General Nan Yang.”
“Bu o. Çok üzücü, karısı ve oğlu bir erkekle kaçtı...”
‌Feng‌ ‌Xin‌’in alnındaki damarlar lanetlerini oracıkta kükrerken şiddetli bir şekilde fırladı, “LANET OLSUN!!! SİZ CİDDEN BUNDAN BIKMADINIZ MI?! KAÇ AYDIR BUNUNLA İLGİLİ SIKIŞTIRIYORSUNUZ?? AYRICA ‘KAÇTI’ OLACAK, ‘BAŞKA BİR ERKEKLE KAÇTI’ DEĞİL.! S*KİK BOŞ DEDİKODULARINIZI YAPMAYI KESİN!!”
Bu dedikoducu kıdemsiz yetkililer dehşete kapıldılar ve aceleyle kaçtılar. Mu Qing, elleri kollarının içine sokulmuş halde yan tarafta duruyordu, “Kendin açıklamamış olabilirsin, bu sadece kulağa daha da utanç verici geliyor.”
Feng Xin öfkelendi, kenardaki bir süpürgeyi kaptı ve sonra onu fırlattı. Mu Qing onu anında yakaladı ve homurdandı, “Artık bu eskidi. Bunu bana karşı kullanamazdın.”
Feng Xin biraz daha bağırmak üzereydi ki Xie Lian elinde başka bir süpürge ile ellerini doldurdu, “Ah iyi, ya buna ne dersin? Neden ikiniz bana bahçeyi süpürmemde yardım etmiyorsunuz? Daha önce bazı havai fişekleri ateşledik, böylece zemin kırmızı parçalarla kaplandı. Teşekkürler. Eğer sıkıldıysanız biraz deyim çalışabilirsiniz, tamam mı?”
“???”
Bir saat sonra tapınağın dışından insan seslerinin gürültüleri yakına ve daha yakına geldi.
Avludaki birkaç kişi dışarı baktı ve bir süre sonra büyük bir insan kalabalığı PuQi Tapınağı'nın avlusuna akın etti, bağırarak, “ORADA MI?”
“BURADA, OHO, OLDUKÇA ETKİLEYİCİ DE GÖRÜNÜYOR.”
“BU GERÇEK PİRİNÇ, BİR SÜRÜ PİRİNÇ!”
“VE ET DE VAR!”
Az önce Feng Xin ve Mu Qing’in süpürdüğü yer bir kez daha kirli ve çamurlu ayaklardan oluşan dev kalabalık yüzünden kirlenmişti. Mu Qing süpürgesini kavradı ve sanki birisinin ona pire bulaştırdığını hissetmiş gibi görünüyordu, gözleri büyüdü, “…Bu dilencilerin neyi var?”
Dilenci kalabalığı lideri kıyafetleri terli, saçları darmadağın bir adamdı. O Shi Qing Xuan’di. Zıpladı hopladı ve ellerini nazikçe birleştirdi, “Ekselansları, sizi rahatsız etmeye geldik! Ne dersin, Geçen sefer kabul ettiğin şey hâlâ geçerli mi?”
Xie Lian kahkaha attı, “Herkes hoş geldi, tabii ki geçerli! Lütfen oturun, oturun.”
“Çok fazla insan yok mu?” Mu Qing merak etti.
“Hayır!” dedi Shi Qing Xuan, “Geçen sene kraliyet başkentindeki insan dizisini korumaya yardım eden tüm eski ustalar burada.”
İnsan rününü korudukları sırada Shi Qing Xuan, diğerlerine bu eylemin tamamlanmasının ardından gelen gelmeyen herkese tavuk bacağı çorbası verileceğinin sözünü vermişti ama işler halledildikten sonra kimseyi bulamamış ve doğal olarak çorbalarını içememişlerdi. Bugün ise kase kase tavuk bacağı çorbası ve erişteler verildikten sonra sonunda sözlerini yerine getirebileceklerdi. Shi Qing Xuan seslendi, “MİLLET, BUGÜN KENDİNİZİ TUTMANIZA GEREK YOK! HADİ YİYELİM!!”
Dilenci kalabalığı masalardan yere sıkıştı, her biri tezahürat yaptı, sonra süper büyük kaselerine sarıldılar, höpürdettiler, höpürdettiler. Yerlerken aniden biri konuştu, “Bekleyin, bir şeyler yanlış. Kötülüğün özü burada!”
Kalabalık bakmak için başlarını çevirdi, o küçük grup aslında Cennetin Gözü ve yoldaşlarıydı. Xie Lian başında bir ağrı hissetti, “Nasıl oldu da sizler de geldiniz?”
“Geçen sefer de yardım etmiştik.” Dedi cennetin gözü, “Yani neden gelmeyelim ki?” Sonra kasesini yukarıya kaldırdı, ifadesi ciddiydi, “Millet, beni dinleyin. Bu konuda hakikaten yanılmıyorum! Bu kaselerdeki yiyeceklerde kötülük özü var, yani muhtemelen iyi bir şey değil. Bu çok şüpheli. Hemen kaselerinizi indirin, çabuk!”
Hiç kimse onu kabul etmedi. Dilenciler çoktan yemeklerini bitirmişlerdi, hepsi yine ellerini kaldırdılar, “BİR TANE DAHA!”
Tumblr media
Feng Xin ve Mu Qing , havai fişeklerden arta kalan kırmızı artıklarla dolu avluyu süpürürken kavga etmek için süpürgelerini kullanıyorlardı. Ama diğerlerinin bu kadar memnun olduklarını ve yemek yediklerini gördüklerinde onlar da kendilerine bir kap yemek aldı ve oturdu.
Peşinden cennetin gözü öfkeyle bağırdı, “Nasıl oluyor da hiçbiriniz mantığı dinlemiyorsunuz?” ardından gidip mutfağı kontrol etmeye hazırdı ki Shi Qing Xuan onu geri tuttu, “Cidden, Daozhang, çok düşünüyorsun. Burası Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur’un bölgesi, yani canavarların ve iblislerin özüne sahip olması normaldir. Peki peki peki, endişelisin değil mi? Gidip bir bakacağım. Sen sadece orada otur ve fazla sinirlenme”
Gerçekten ayağa kalktı ve mutfakların olduğu yere doğru yürüdü, perdeleri kaldırarak, “Gördünüz mü? Şüphe duyulacak bir şey yok—“
Xie Lian konuştu, “Bekle, ben de gelip bakacağım…”
Ancak o, Shi Qing Xuan, Feng Xin ve Mu Qing kafalarını içeri sokup baktıklarında şaşakaldılar.
Mutfağın içinde, kesme tahtası üzerinde deli gibi doğrayan iri domuz kasap vardı ve arkasında asılı olanlar hiç de domuz bacağı gibi değildi, orada doğrananın insan bacağı olduğunu düşünebilirlerdi. Diğer tarafta Dev bir tencerenin altında ateş yakılmış ve kazanın içinde Hayatının en güzel zamanını kendini fırçalayarak geçiren uzun boyunlu bir horoz ruhu vardı. Dışarıdan onu gören insanların olduğunu gördüğünde, anında çığlık attı, elleriyle göğsünü kapattı.
Xie Lian tamamen şaşkına dönmüştü ve fısıldamak için aceleyle içeri girdi, “Bunu yapamazsınız demedim mi?”
Horoz ruhu buruştu ve söz vererek göğsüne tokat attı, “Büyük amca! Gelmeden önce banyolarımızı yaptık, çok temiz! Ayrıca bu çorbanın uzun ömürlülük etkisi var, yemenin kimseye zararı olmaz! Kayıp yok! Gönül rahatlığıyla tüketebilir!”
“…”
Shi Qing Xuan sessizce perdeleri indirirken Feng‌ Xin‌ ve ‌Mu‌ ‌Qing‌ anında kaselerini fırlatıp attılar ve tükürdüler, “Senin yemek yapmanı tercih ederdim!”
Xie Lian alnını ovuşturdu hem eğlendiğini hem de üzüldüğünü hissetti, “Yardım etme konusunda kararlıydılar. Hayır diyemezdim. Bunu iyilik olsun diye yapıyorlar.”
O sırada Cennetin Gözü sonunda etrafta gizlice dolaşan oldukça şüpheli bir grup bulmuş gibi görünüyordu ve o da yanlarına geldi, “Bu ne?”
Cennetin Gözü’nün domuz kasabını ve diğerlerini görüp bir kere daha başka bir isyan başlatmasından korkuyordu. Ancak beklenmedik şekilde Cennetin Gözü mutfaktakiler için değil, doğrudan onun için geldi. Xie Lian'ın birkaç kez daire içine aldı ve kafa karışıklığı içinde merak etti, “Oldukça garip…”
“Ne?” Xie Lian sordu.
Cennetin Gözü şaşkın ve kafası karışık görünüyordu, “Bu doğru değil. Xie Daozhang, Nasıl oldu da vücudunuzdaki kötülüğün özü son seferden bu yana daha da kötüleşti?”
“…”
Xie Lian hafifçe boğazını temizledi. Mu Qing omuz silkti, “Tüm gün hayalet kralın etrafında dolaşıyor, tabii ki kötüleşir.”
Ancak cennetin gözü “Hayır. öyle olsa bile, böyle olmamalıydı.” dedi.
“Ne gibi?” diyerek sorguladı Feng Xin.
Çok fazla tereddüt ettikten sonra Cennetin Gözü açık sözlü olmaya karar verdi, “Nasıl oluyor da bedeninizdeki kötülüğün özü artık içinizde oluyor? O… O artık tamamen vücudunuzun içinden ve dışından yayılıyor.”
“…”
“Muhtemelen bu sefer büyük bir suçla karşı karşıyasınız. Ne yaptınız? Nasıl oluyor da bu kadar hastasınız?”
“…”
Xie Lian artık daha fazla öksüremiyordu bile. Tüm yüzü kanla patlamak üzereydi.
Feng‌ Xin‌ ve‌ Mu ‌‌Qing‌ ilk başta anlamadı ama düşündükten sonra ikisi de dönüp Xie Lian'a baktılar ve sessizleştiler, “…”
Shi Qing Xuan anlamayan tek kişiydi, “Ne oldu? Yani? Neler oluyor? Ekselansları, cidden hasta mısın? Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur biliyor mu? Sana iyi bakmadı mı?”
Hayır, hayır, hayır. Onun yüzünden böyle oldu!
Xie Lian hafifçe mırıldandı, “Hm. Aslında. Hayır. Şey… bence, artık siz neden, hmm…”
Bir görüntü karmaşası onun zihnini dolduruyordu ve kafası karışmış bir şekilde bir yığın anlamsız kelime söyledi. Aniden sırtı birinin göğsüne çarptı. Gümüş bir kolluk takan bir kol belini sardı ve tanıdık bir ses alçakgönüllülükle gülümsedi, “Bence, siz neden yerlerinize dönüp yemeğinizi yiyip herhangi bir şeyler hakkında endişelenmeyi bırakmıyorsunuz? Nasıl olur?”
Xie Lian şu anki durumda gerçekten kendini affedilmiş mi yoksa daha da tuhaf mı hissetmesi gerektiğini bilmiyordu, “San Lang!” diye haykırdı.
Hua Cheng’in ortaya çıktığını gördükleri an hem Feng hem Xin hem de ‌Mu‌ ‌Qing’in‌ yüzleri karmaşık görünüyordu. Ama Xie Lian'dan önce onlar gerçekten hiçbir şey söyleyemediler. Sadece Shi Qing Xuan hala çok ciddi bir şekilde sorguladı, “Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur, ekselanslarının vücudunu hiç inceledin mi?”
Xie Lian alnını tokatladı ve umutsuzca Shi Qing Xuan’ın daha fazla soru sormamasını umuyordu. Tam o sırada dilenci kalabalığı şikayet etmeye başladı, “BİR KASE DAHA!”
“DAHA FAZLA ET EKLE!”
“BU TAVUK BACAĞI ÇORBASI ÇOK TATSIZ, BİRAZ DAHA TUZ EKLE!”
Mu Qing daha fazla izleyemiyordu, “Hepiniz buranın bir tapınak olduğunu biliyor musunuz? Tanrılara tapmak için, hepiniz biraz daha kendinize dikkat edebilir misiniz?”
Ancak dilenci kalabalığı bunu takmayı reddetti. Geçen sefer insan rününü tutmak için birçok cennet mensubuyla el ele tutuştular ve korkudan titreyen, son dakikada kaçan onlarca cennet mensubu gördüler, cesaret açısından onlarla boy ölçüşemezlerdi bile. Onlar aynı zamanda Shi Qing Xuan'ı da tanıyorlardı bu yüzden tanrılar hakkında böyle düşünmekten başka bir şey gelmezdi ellerinden. Hayat söz konusu olduğunda, onlardan pek farklı görünmüyorlardı ve bu yüzden tanrılar artık o kadar yüksek ve ulaşılmaz, sert ve dokunulmaz görünmüyorlardı.
Aniden mutfağın içinden şaşırtıcı bir çığlık geldi, “KİM ORADA?”
Bunu duyan Xie Lian'ın kalbi anında sarsıldı ve mutfağa fırladı. Domuz kasap ve horoz ruhu içeride çığlık atıyorlardı bu yüzden Xie‌ Lian‌ aceleyle onları teselli etti, “Sakin olun, sakin olun! Ne oldu?”
Horozun ruhu o kadar sarsılmıştı ki, tüyleri diken diken oldu, vücudunun her yeri ürperdi, “BÜYÜK AMCA! BİR HAYALET VAR! bir hayalet hazırladığımız tüm yemekleri silip süpürdü. Sadece kafamı et suyunun altına daldırdım ve yukarı çıktığımda, ortada bir kase bile kalmamıştı! O Bİ HAYALET!”
Yaban domuzu kasap tükürdü, “Neden bu kadar korkuyorsun? Sende hayalet değil misin?”
Xie Lian’ın biraz kafası karışmıştı, “Bu nasıl olabilir? Az önce elli kase yaptığınızı açıkça gördüm.”
“EVET!”
Ama tekrar baktığında tabii ki elli kasenin tamamı boştu ve et suyu bile tamamen temizlenmişti!
Aklına biri geldiğinde hala şaşkın hissediyordu ve arkasına döndüğünde kapıya yaslanan Hua Cheng’i gördü, “San Lang, bu olabilir mi?”  
“Büyük olasılıkla daha fazla.” Hua ‌‌Cheng‌ net bir şekilde yanıt verdi.
“En…” Xie Lian derin derin düşündü, “Muhtemelen o da kutlamaya geldi. Tabii ki hoş geldi, ama, biraz fazla yemiş… tüm yemekleri yemiş, ne yapmalıyız?”
Hua Cheng güldü, “Hiçbir şey. Faizini arttıracağım.” (Karasu gelmişti)
Hayalet Şehir'den gelen sorunlu hayaletler çetesi teslimiyetle sıfırdan yemek pişirmeye başladı. ‌O sırada Büyük salondan ve bahçeden sanki birisi başka bir kişiyle tartışmaya başlamış gibi bağrışma sesleri geliyordu. Xie Lian tam arabuluculuk yapmak üzereyken Hua Cheng onun elini yakaladı ve bir yan kapıdan dışarı çıkardı.
İkisi el ele tutuşarak PuQi Tapınağı'ndan dışarı çıktılar. Yolun üzerinde yolu kapatan ağaçlar vardı ve Eğer ellerini bıraksalardı, ilerlemek daha kolay olurdu. Ama ikisi de birbirinin elini bırakmak istemedi ve döndüler, dolaştılar, yoldan saptılar. Onlar dolambaçlı bir şekilde dolaşırken, Xie ‌Lian‌ sordu,           “San Lang, şimdi nereye gidiyoruz?”
“Burası çok gürültülü.” Dedi Hua Cheng. “Bırakalım onlar isyan etsin, önce biz gideceğiz.”
Xie Lian başını geriye çevirerek yürüdü, sesi biraz endişeli geliyordu, “Onları öylece bırakacak mıyız? PuQi Tapınağı daha yeni inşa edildi, ya o kavgadan sonra tekrar çökerse?”
Hua Cheng umursamış gibi görünmedi, “Eğer çökerse o zaman başka bir tane inşa ederiz. Eğer Gege isterse, dilediğin kadar çok tapınağa sahip olabilirsin.”
“ahahhahhaha…”
.
Gece vakti, QianDeng Tapınağı içinde, banyodan sonra Xie Lian hafif, kar beyazı bir iç cüppe giyiyor divanın yanındaki yeşim masaya yaslanarak fırça darbesi peşine fırça darbesi atıyordu.
Hua Cheng için bir kaligrafi defteri oluşturuyordu. Hua Cheng, divanda onun yanına uzanmıştı, o da iç cübbe giymiş, cübbesinin yakası hafifçe açıktı, parmakları saçının kuyruk ucundaki kırmızı mercan incisini oynatıyorken ölümüne sıkılmış görünüyordu.
Yeşim taşı gibi ılık lamba ışığının altında tüm bu zaman boyunca Xie Lian'a bakıyordu, Bir süre baktıktan sonra gözlerini kıstı, memnun tatmin olmuş görünüyordu. İç çekti, “Gege, bu kadar yeterli. Gel de biraz dinlen.”
Xie Lian az önce işkenceye maruz kalmıştı ve bir daha kandırılmamaya kararlıydı. Ancak bu ses tonu kulaklarının ucunun yanmasına neden oldu ve yazmaya devam ederek kendini sakin kalmaya zorladı. Sert bir sesle şunları dedi, “Hayır. San Lang, bugün biri daha senin yazına çirkin dedi, daha çok pratik yapmalısın, tamam mı? Aksi halde kimsenin sana benim tarafımdan öğretildiğini bilmesini istemiyorum.”
Hua Cheng hafifçe doğruldu, kaşlarını kaldırdı, “Gege, hatırlıyorum da geçmişte açıkça benim yazımı beğendiğini söylemiştin.”
Hua Cheng geri geldiğinden beri uzun bir süre boyunca Xie Lian uysal ve itaatkar biriydi ve her dediğine hevesle cevap veriyordu, bu da muhtemelen Hua Cheng’i şımartmış, gittikçe daha da kurnazlaştırmıştı. Xie Lian karakterleri yazmayı bitirdi ve fırçayı yere koydu, sesi daha da sert çıkıyordu, “Bırak şunu! İşim bitti, gel ve pratik yap!”
Böylece Hua Cheng tembelce Xie Lian'ın sırtına doğru ilerledi, beline sarıldı ve hafifçe eğilerek başını omzuna yasladı. O kırmızı mercan incisini saçından çıkardı ve kağıdın üzerine yerleştirdi. Xie Lian’ın elini takip edip etrafta yuvarlanmasını ve bu sayede Xie Lian'ın düzgün yazmasını kasıtlı olarak engellemek içindi.
Böylesine yaramazlık, ama aynı zamanda onun mevcudiyet duygusuyla övünme konusunda çok güçlüydü, Xie Lian cennetin gözünün “vücudunun içten dışa her yerinden” kötülüğün özünün yayıldığını söylediğini hatırladı. Bu tamamen Hua Cheng'in kokusuydu ve Xie Lian, kendiliğinden kalbinin yumuşadığını hissetti. Hafifçe mücadele etti ve fısıldadı, “…Düzgünce yaz.”
“Peki, Gege’yi dinleyeceğim.” Dedi Hua Cheng.
Fırçasını kaldırdı ama iki mısradan sonra geri yerine koydu. Xie Lian bir bakış attı ve başını salladı, zihinsel olarak sayısız kez iç geçirdi. “Umutsuz vaka.” Bir süre durakladıktan sonra o da bir fırça kaldırdı Hua Cheng'in son iki dizeyi doldurmasına yardım etti.
İşi bittikten sonra Xie Lian hafifçe üfledi ve kağıdı aldı, beraber yazdıkları şiire hayranlıkla baktılar.
Kağıdın üzerindeki mürekkep, göklere ve yeryüzüne yayılan dört zarif ifadeyi oluşturmuştu.
Hiçbir su yetmez denizi aştığında,
Tepeyi taçlandıran buluttan güzeli yoktur.
Biçare beni cezbedemeyen çiçeklerden geçtim,
Bir yarısı senin, bir yarısı aradığım Taoizm için.
Masanın yanında asılı duran E-Ming bile gözünü kırpmadan yaptıklarına büyük hayranlık duyarmış gibi kocaman açılmış gözüyle izliyordu. Hua Cheng kahkaha attı, “Gege, çabuk, adını yaz. Bu sözler kesinlikle gelecek nesilleri sersemletecek ve çağlar boyunca aktarılacak.”
Xie Lian daha önce Hua Cheng'in adını zaten yazmıştı ama onu duyduğunda kendi adını eklemek için gerçekten fırçayı eline alamadı. Hua Cheng kahkaha atmayı kesti ve ciddi gibi davrandı, “Gege, utandın mı? Sana yardım edeyim.”
Ardından Xie Lian’in elini tuttu ve kaba vuruşlarla birkaç kelime yazdı. Doğal olarak şu anki sahne olmadan kimse bu iki kelimeyi okuyamaz, kimse orada Xie Lian’in adını yazdığını söyleyemezdi.
Xie Lian kendi eliyle yazılan bu şeyi izlerken gülünç hissederek başını Hua Cheng'in göğsünün yanında kıpırdatıyordu. Aniden bu karakter çiftinin sanki onu daha önce başka bir yerde görmüş gibi tanıdık geldiğini hissetti.
Bir dakika sonra hatırladı ve gözleri aniden parladı. “San Lang! Kolunda!” diyerek haykırdı.
Hua Cheng'in kolunu yakaladı ve kolunu yukarı çekti, heyecanla haykırıyordu, “Bu o!”
Tumblr media
O ikisinin PuQi Tapınağı'nda birlikte yaşadığı dönem Xie Lian’in Hua Cheng’in kolunda yazılı sanki başka bir diyarın karakterlerinden oluşan bir dövme olduğunu fark ettiği bir zaman olmuştu. O zamanlar zihninde uzun uzadıya düşünmüştü ama gerçekten onun başka bir dilde yazılmadığını hayal etmemişti. Görünüşe göre onun adıydı!
Hua Cheng de kendi koluna baktı ve güldü, “Gege sonunda onu tanıdı mı?”
"Bunu çok uzun zaman önce tanımam gerekirdi." Dedi Xie Lian, “Sadece…”
Sadece, Hua Cheng'in yazdıkları gerçekten şeytanın sanatıydı. Hiçbir şey söylemesine gerek yoktu ve Hua Cheng onun ne düşündüğünü tahmin edebiliyordu ve yürekten gülmeye başladı, bir el Xie Lian'ın beline sarılıyor, alnına nazik bir öpücük veriyordu, “Endişelenme, Gege’nin yazısı güzel olduğu sürece sorun yok. Yazılarım güzel olsaydı milyonlarca kez daha mutlu olurdum”
Xie Lian'ın eli dövmenin olduğu yeri okşadı. Dövmenin mürekkebi derindi ve bunun ne kadar acı verici olduğunu hayal etmek kolaydı. Yavaşça sordu, “Bu sen küçükken mi yapıldı?”
Hua Cheng gülümsedi ve başını sallayarak kolunu aşağı çekti.
O halde bu kesinlikle kendisinin yaptığı bir dövmeydi. Hayranlık duyduğu kişinin ismini sinsice kazıyan bir küçük bir çocuğunu düşününce; ne kadar çocukça. Bir o kadar da cesurca.
On parmak arasına dolanmış kırmızı bir ip ile birbirine sıkıca kenetlenmişti, aniden Xie Lian'ın gözünün önüne bir yıl önce Hua Cheng’in TongLu Dağı'nda kelebeklere dönüştüğü sahne ortaya çıkmadan önce…
O son anda, Hua Cheng bir şeyler söylemişti.
Her ne kadar sessiz olsa da Xie Lian onun ne söylediğini hâlâ tam olarak biliyordu.
Hua Cheng'in çocukluğundan beri hayatını adadığı kelimelerdi ve bundan sonra sonsuza dek onun ölümünün ötesindeydi.
“Ben sonsuza kadar senin en sadık inananınım”
“我永远是你最忠诚的信徒”
----
O kadar değişik bir his oldu ki tekrardan içimde :3
*Yarın hua cheng ve xie lian ın kaligrafi çalışırkenki çizimini güncelleyip net halini atacağım bakmak isteyen unutmasın :3 bugün atayım bitsin istedim sizi de daha çok bekletmek istemedim. yarın minnoş bir halk hikayesi var hua lian ile ilgili kesinlikle okuyunn
ayrıca devamında 252. bölüme kadar ekstralarla mutlu olacağız. o yüzden arada kontrol etmeyi unutmayın, şahsen ekstralar en tatlı olan bölümler diye düşünüyorum.
kitabın devamında görüşürüz şimdilik asıl hikaye bittiiii 🥹
36 notes · View notes
egesizizmir · 10 months ago
Text
Tumblr media
Arkadaşlar merhaba.
Gelecek nesillerin bize emaneti olan dünyamız, biliyorsunuz ki bir hayli kirleniyor. Bir taneden birşey olmaz demeyin çünkü bir tane bile geri dönüşüm yaptığınız şişe milyonlarcasını biriktirecek ve dünyamızı tehdit eden kirliliği bir nebze önlemiş olacaksınız. Buna kayıtsız kalmayın lütfen. "Ben annem/ babam gibi olmayacağım." Diyen birçok kişiyiz biliyorum, buna böyle ufak bir farkındalık ile başlamaya ne dersiniz? Gelecekteki çocuklar için daha temiz ve sağlıklı bir dünya yaratmaya ne dersiniz?
Sizde bize katılmaya ne dersiniz?
Dünyamızın bize ihtiyacı var ve yardım etmeliyiz.
Çünkü başka dünya yok...
(Plastik ve teneke kutuları geri dönüşüme verebilirsiniz.)
Not:
İzmir Bornova Altay mesleki ve teknik Anadolu Lisesi'nin projesi olan, karbon ayak izini azaltma projesinde yalnızca teneke kutu alıyoruz, eğer yardım etmek isterseniz bana ileti atabilirsiniz. En ufak yardımınız bile bizi çok mutlu edecek. Bize bırakılan bu kirliliği gelecek nesillere bırakmayalım...
75 notes · View notes
sezginer35 · 1 year ago
Text
Günaydın millet..
Tumblr media
youtube
Cemal Süreya
(Cemal Süreya’nın Güz Bitiği Kitabında “Keşke yalnız bunun için sevseydim seni” dizesiyle son bulan 20 şiir)
İKİ KALP
İki kalp arasında en kısa yol:
Birbirine uzanmış ve zaman zaman
Ancak parmak uçlarıyla değebilen
İki kol.
Merdivenlerin oraya koşuyorum,
Beklemek gövde gösterisi zamanın;
Çok erken gelmişim seni bulamıyorum,
Bir şeyin provası yapılıyor sanki.
Kuşlar toplanmış göçüyorlar
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.
EŞDEĞERİYLE YAN
Eşdeğeriyle yanyana yürürken
Cehennem sokağında birey olmak,
Ve en inceldikten sonra
İlkel sözcüklerle konuşmak seninle.
Saat beş nalburları pencerelerden
Madeni paralar gösteriyorlar,
Yalnızlığı soruyorlar, yalnızlık,
Bir ovanın düz oluşu gibi bir şey.
Hiçbir şeyim yok akıp giden sokaktan başka
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.
ÇEKİRGE BULUTU
Çekirge bulutu içinde
Koynuma soktuğun ekin;
Çalgılar iki durur sürgün ilinde,
Bir gözü mavidir bir gözü blue.
Gölgede boy atmış top fesleğen,
Bir ilkokul bahçesinde görmüştüm seni,
Marienbad ilkokulu, Nişantaş’ta;
Bir çocuk yeşil örtüyü çekiverdi.
Hızla geçen otobüslerin ardında benzeşmek…
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.
SÜLÜNÜN YÜZÜ
Sülünün yüzü bir atmosfer olayıdır.
Rasgele yazarı avcıdan öğrendim:
Yaban ördekleri donmasın diye,
Suya nöbetleşe kanat vururlar.
Ve işte şamandırasıyla Beşiktaş’ınız,
Çapraşık bir yüzyılı geriye atar;
Tanrım siz şu uzun Anadolu’yu
Çocukluk günlerinizde mi yarattınız?
Senaryocu bayanla bir bankta oturuyoruz
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.
İLKOKULU BİTİRDİĞİ
İlkokulu bitirdiği gün Cumhuriyet şairi,
Saçında kurdelesi Lozan gibi;
Sonra her yıl öldürüldü, öldürüldükçe de
Hemeninden göğe huthutler çizildi.
Gelecek zaman oldu şimdiki zaman;
Irmak aşağı inen güz parçası,
Çok süslü bir halkın arasından,
Benimsin!
İyi anlarında sesin kalınlaşıyor
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni
BİLGİSAYAR OLARAK
Bilgisayar olarak kullanılmış bir gölü
Selçukluya pragmalar taşıyan Gazali
Bir ilk aptallığı düğüm sayarak
Yadsımış dört yanı hep yukarı bakmış.
Bu yüzden önündeki ayna kırılır kırılmaz
İntihar etti sayılmış tasavvuf ehli,
Yine bu yüzden doğduğu an
Kaymaya başlamış Osmanlı yıldızı,
Baktım yeri toparlıyor ayak izleri
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni
AFYON GARINDAKİ
Afyon garındaki küçük kızı anımsa, hani,
Trene binerken pabuçlarını çıkarmıştı;
Varto depremini düşün, yardım olarak Batı’dan
Gönderilmiş bir kutu süttozunu ve sütyeni.
Adam süttozuyla evinin duvarlarını badana etmişti,
Karısıysa saklamıştı ne olduğunu bilmediği sütyeni,
Kulaklık olarak kullanmayı düşünüyordu onu kışın;
Tanrım gerçekten çocukluk günlerinizde mi?..
Eşiklere oturmuş bir dolu insan
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.
DAHA BEN
Daha ben ilk kazmayı vurmadan
Elime gelen Karabitki’li testi,
Nefertiti’nin mutfağı sayılan yerde
Koyu sır yeni hicret yollarını kesti.
Terimler eşekarıları sözcüklerin,
Acımasızdırlar, adsız ve sueldirler,
Önlerine katarak insan ve hayvan listelerini
Sabah akşam kapınızın önünden geçirirler.
Fazıl Hüsnü diyor ki, ne diyor Fazıl Hüsnü?…
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.
İÇTİM O
İçtim o bin yıllanmış testiden, içtim, içtim,
Örtüler arasında yeryüzü beğenisiyle
Ayışığını paylaşırdı bacakları,
Öptüm ayak parmaklarını, öptüm, öptüm.
Put’unu cezalandırıyor kır delisi;
Oğlan iki ev ötede, Londra’dan gelmiş;
Yazsınlar felaketlerin hep çift geldiğini,
Garson acıması tutmuş içkievini.
Ortaoyunumuzun dekoru bir kağıt mendil
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.
BİR MİNELİ
Bir mineli altın saat,
Bir altın köstek ve madalyon
Bir roza maşallah,
On iki miskal inci.
Madalyonunu ve boncuğunu
İttim içeri,
Gözlerimizin dibi karıştı
Dağyollarının uzak dumanı gibi.
Ve konsolun üstünde noksan bir gümüş kutu
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.
METİNLERDE BULUŞTUK
Metinlerde buluştuk kopkoyu deyimlerde,
Koşut ve eş zamanlı okuduk kimi kitapları;
O arada iki de defterimiz oldu,
Biri babasına daha çok benziyor.
Bir türlü kotarılamayan uğraş,
Ç harfini daha yeni dönmüşüz;
Gözlerimizde İbni Sina bozukluğu,
Dostumuzsa, Bodrum’da, dönmez geri.
Uzaklardaydın, oracıkta, öbür kıtada,
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.
KÜÇÜK ANNE
Küçük anne, kelepir kız,
Bir şey söyle bana,
bana bir laf et ki binlerce,
Onbinlerce görüntü anlatamasın.
Genceli Nizami’nin dediği gibi
Taşı onunla yıkasalar
Üzerinde akik biter,
Bakışların ki…
İkinci bir parıltı var senin bakışlarında
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.
18 ARALIK
18 Aralık 1985’te o salonda
Kişi nasıl kestirebilirdi ileriyi?
Siz, kazıbilimler, alınyazısıbilimler,
Geçsin yıllar geçsin, seneler gibi.
Olur mu anımsamamak Onaltıncı Louis’yi
14 Temmuz 1789 akşamı, Louis,
Şöyle yazmamış mıydı defterine:
“Bugün kayda değer bir şey yok..”
“Kehanet” adlı kısacık bir şiir buldum
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.
HİÇBİR SEMTTE
Hiçbir semtte berberin olmadı,
1954-1980 yılları arasında,
26 yılda 28 ev değiştirdin;
Leke kuşağı nasıl bilmez seni!
Arabesk nedir diye düşünmüştünüz:
Şebboy sesli bir cümbüş, eza içinde;
Eşitlik midir komedya, içtenlik mi,
Erdem diye benimsenmesi mi fırsatsızlığın?
Yürütüyoruz bütünlemeye kalmış bir sessizlikte
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.
MUTSUZLUK GÜLÜMSEYEREK
Mutsuzluk gülümseyerek gelir, adıyla süslenmiştir;
Banliyo treninde rastladığımız
Sınav saatini kaçırmış liseli kız,
Hep kazanırsın ey çözümsüzlük!
Ey otobüssever ey Troya yolcusu!
Anımsarsın günlerce konuşup durmuştuk
O İB(ipekböceği) sesli kadını;
Birinin Grönland’ı olmaya hazırlanıyordu.
İki çay söylemiştik orda, biri açık,
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.
BİR KIŞ
Bir kış göğü gibi o saat alçalır ölüm,
Yalnız işitme duyusu kalır ortada.
Asya kentleri yürür dururlar,
Höyükler burnumda hızma.
Uzakta dev bir damla:Pırıl pırıl Pencap!
Tabanlarından kayıp duran sütunlar
Yitmiş bir geleceğin işaret parmakları:
Horasan uykusuna havlayan köpekler, Buhara.
Uzaklara bir bakışın vardı kafeteryada
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.
PİRİ REİS
Piri Reis geri çekmiştir haritasını
Azmayı çoktan unutmuştur hayvanlar;
Başlamıştır Sultanahmet sürüncemesi,
Kızlar yatakta yan yatmaya başlar.
Ben atımı böyle dört sürüyorum ya,
Yetişmek için mi, bilmem, kaçmak için mi?
Ya sen? Neden sende tehlike anlarına
Bunca hazırlıksız olma özeni?
Bir şey var, ancak makilerin orda söyleyebilirim,
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.
BİR ÇİÇEK
Bir çiçek duruyordu, orda, bir yerde,
Bir yanlışı düzeltircesine açmış;
Gelmiş ta ağzımın kenarında
Konuşur durur.
Bir gemi bembeyaz teniyle açıklarda,
Güverteleri uçtan uca orman;
Aldım çiçeğimi şurama bastım,
Bastım ki yalnızlığımmış.
Bir başına arşınlıyor bir adam mavi treni
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.
GECE BİTKİLERİNDEN
Gece bitkilerinden korkuyorum,
Hayır, geceleri bitkilerden!
Gizlenirken vurulmuş ulaklara ağıttır
Bana açtığın her telefon.
İki kalp arasında en kısa yol:
Birbirine uzanmış ve zaman zaman
Ancak parmak uçlarıyla değebilen
İki kol.
An ki fıskiyesi sonsuzluğun
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.
ATI’LAR DELTALARA
Atı’lar deltalara gömülen atı’lar,
Saçı’lar fiyortları öpen saçı’lar,
Kutu’lar, Haliçlerden susmuş kutu’lar,
Takı’lar eski aşkları imler takı’lar.
Bol dökümlü gömleğinin içinde
Sırtını ve karnını dolanan
Ve sonunda sincap olan
O kuş.
Seni o kadar yakından görünce,
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.
64 notes · View notes
dolunay66 · 1 year ago
Text
SAHTE KARAKOL
1950'li yıllarda Sirkeci Emniyet Amirliği'nde görevli üç polis memuru emekli olurlar. Emekli olurlar ama geçim kaygısına da düşerler. Yaşları da henüz genç olduğundan bir iş yapma konusunda kafa yorarlar. Şu işi yapalım, yok bu işi yapalım derler ama bir baltaya sap olamazlar. Derken içlerinden biri bir düşünce atar ortaya : "Karakol kuralım !.."
Ölçerler, biçerler, şu içinde bulunduğumuz karakol binasını kiralarlar. Daha önceden Sirkeci Emniyet Amirliği'nde görev yaptıklarından ve çevrede tanındıklarından bu bölgeyi seçerler. Tabelacıya gidip "Küçükpazar Karakolu" yazan tabelayı yaptırır, binaya asarlar. Üç kafadar emekli, masaydı, sandalyeydi, daktiloydu, dosyaydı, kağıttı, stampaydı, mühürdü, bir karakolda bulunması gereken bütün iaşeyi alıp karakolu tefriş ederler. Türkiye'nin, ne Türkiye'si herhalde dünyanın ilk özel karakolunu hizmete açarlar!.. Karakol hizmete açılınca da bölge esnafından haraçlarını toplamaya eskisi gibi sürdürürler.. O sırada da Sirkeci Emniyet Amiri değiştiğinden bölgede Küçükpazar Karakolu diye bir karakol var mı yok mu bilmemektedir..
Bu arada, normal bir karakol hangi görevleri yapıyorsa sahte karakolda da aynı işler normal seyrinde yapılmaktadır. Vukuat işlerini de tabii.. Uygun bir fırsat kollayıp yeni göreve gelen Sirkeci Emniyet Amiri'ne de bir kutu çikolatayla "Hoşgeldin"e bile giden üç kafadar, memur azlığından yakınıp takviye memur talep ederler. Sirkeci Emniyet Amiri de, "Bende memur çok, birkaçını sizde görevlendirelim" diyerek Küçükpazar Karakolu'nun emrine üç polis memurunu verir. Böylece bir karakolda olması gereken tüm düzenek kurulmuş olur. Suçlular adliyeye götürülmekte, evraklar gelmekte, evraklar gitmekte, yazışmalar dosyalanmakta, suçüstüler yapılmaktadır. Bildiğiniz karakol gibi yani!..
İşler o kadar aksamadan ve mevzuata uygun yürümektedir ki, izin programları bile oluşturulmakta ama karakolun "kurucu" üç memurundan ikisi izne ayrılırsa biri işler karışmasın diye muhakkak karakolda kalmaktadır..
İki memurun yine yıllık izin kullandıkları bir gün, nöbetçi kalan memurun bir yakını vefat edince, o da iki üç günlüğüne memleketine gitmek zorunda kalır. Aynı günlerde de Sirkeci Emniyet Amirliği'nden bir memur geçici görevle Küçükpazar Karakolu'na gönderilir. Bu memur daha önce İl Emniyet Müdürlüğü'nde karakolların kömür dağıtım işini yaptığından hemen tüm karakolları ezbere bildiğinden, Küçükpazar Karakolu diye bir karakolda görevlendirilince şaşırır. Karakoldaki diğer memurların da pek bir şey bildikleri yoktur. Bu arada kış da yaklaştığından kömür dağıtım işinin bittiğini de bilmektedir. Oysa Küçükpazar Karakolu'na henüz kömür filan gelmemiştir. Bir gün kendine iş edinir, "Herkesin karakolunun kömürü geldi de bizimkine niye gelmiyor ?" diye meraklanıp Emniyet Müdürlüğü'nün kömür dağıtım bölümünde eski arkadaşlarının yanına gider..
"Yahu arkadaş, herkesin karakoluna kömür verdiniz de bizim karakola niye vermiyorsunuz ?.."
"-Sizin karakol neresi ?"
"Küçükpazar Karakolu."
"-Ne yanda bu karakol ?"
"Unkapanı'nda.."
"-Cık, biz öyle bir karakol bilmiyoruz !.."
"Hemşehrim nasıl olur, binası var, memurları var, ben orada görev yapıyorum.."
Karakol listeleri çıkarılır, ama böyle bir karakolun izine rastlanmaz. Yine de eski arkadaşlarının elini boş göndermez, kömür verirler. Kömürün geldiği gün, karakolun kurucusu üç memur da izinden dönmüş, ekmek tekneleri karakolda göreve başlamışlardır..
"Ne var ne yok arkadaşlar ?.."
"-İyi, ne olsun.."
"Biz yokken ne yaptınız ?"
"-Kömür aldık.."
"Ne kömürü ?.."
Üç kafadar, karakolun elektrik, su ve kömür giderlerini kendi ceplerinden karşıladıkları için kafalarında bir şimşek çakar.. Üçü de şaşkın, sararmış bir yüzle birbirlerine bakakalırlar. Ama yapacakları bir şey de yoktur. Kömürü geri de gönderemezler. Olanı biteni gözleyen ve kömürü temin eden işgüzar memur, ertesi gün yanına bir arkadaşını da alıp Sirkeci Emniyet Amiri'ne gider. Olup biteni amire anlatırlar.
Tumblr media
Emniyet Amiri, yanına iki polis memurunu da alıp İstanbul Emniyet Müdürü'nün huzuruna çıkar. Olayı anlatır. Zamanın Emniyet Müdürü gün görmüş uyanık bir adamdır. Su bastı, sel oldu gibisinden bir yazı yazdırıp Ankara Emniyet Genel Müdürlüğü'nden Küçükpazar Karakolu'nun demirbaş dökümünü ister. Kısa bir süre sonra Genel Müdürlükten "Böyle bir karakolumuz yoktur" yanıtı gelir. Emniyet Müdürü ildeki bütün şube müdürlerini çağırtır, olayı özetler ve hep birlikte Küçükpazar Karakolu'nun yolunu tutarlar. Karakoldaki tüm memurlar da haberdar edilmiştir. Emniyet Müdürü memurları şube müdürlerinin önünde sorguya çeker..
"Sen kaç yıldır bu karakoldasın ?"
"Sen kaç yıldır görev yapıyorsun ?"
Ayrıla ayrıla geriye karakolu kuran üç eski memur kalır..
"Siz geldiğinizde bu karakol var mıydı ?"
Biraz kem kümden sonra karakol kurucusu üç memur da konuşmaya başlar.
"-Valla müdürüm emekli olduktan sonra bir iş kuramadık, aklımıza karakol kurmak geldi, biz de kurduk.."
Müdür öyküyü dinledikten sonra, "tamam tamam" der ve ekler : "bu olayı hiçbir zaman, hiçbir yerde anlatmayacaksınız ve derhal İstanbul'u terk edip, ailenizle birlikte izinizi kaybettireceksiniz.."
Sonra da şube müdürlerine dönerek şu talimatı verir : "Bu karakol bugünden itibaren yasal hale gelecek. Ankara'ya bir yazı yazın, su baskını, sel filan bir şeyler uydurun.."
Sahte olarak kurulan Küçükpazar Karakolu yasal hale büründükten sonra yıllarca hizmet verir!..
#Cumhuriyet Gazetesi 11 Aralık 2016
38 notes · View notes
theiremss · 11 months ago
Text
3391 kilometre filmine gittiniz mi gittiyseniz beğendiniz mi???
Ben gittim benim yorumum ;
Herseye rağmen çok güzel olmuş ama bence kitabı okumadan önce gitsem daha çok severdim diye düşünüyorum çünkü beklediğim sahnelerin çoğu yoktu (civciv sahnesi, acun ılıcalı ve seyma subaşı sahnesi, lena ile beraber teleskopla yıldızları izledikleri sahne, İzmir'in Ege'nin odasında kutu bulma sahnesi, eşşek sıpası , kaslı bebek sahnesi gibi gibi) bide kitabı okuduğum için filmin çoğu yerinde "AA BU NE ALAKA", "BU YOKTU Kİ", "BU NE LAN", "BÖYLE DEĞİLDİ", "BU KİM" fln dedim, mesela kitapta Egenin eski sevgilisi yoktu ama filme koymuşlar buse(yaren) kim mesela o ne alaka, filmde Egenin abisi ile arası bozuk ama kitapta araları gayet iyi yani sonuç olarak film ÇOK İYİ ama değiştirmeselerdi çok çok daha iyi olabilirdi herşeye ve herşeye rağmen GİDİLİR
28 notes · View notes
nedememlazim · 4 months ago
Text
Tam iki haftadır akşamları şükrettiğim üç şey yazdığım bir araştırmaya katıldım. Bu ara zaten biraz iyi hissediyordum ama günlük rutine şükrü eklemek gerçekten fark yaratıyor ya. Çünkü mesela akşam şükrettiğim şeylere bakıyorum ya diyorum bunu yapmak demek ki bana iyi geliyormuş yarın da aynısını yapayım. Böyle böyle hayatım bir tutarlılık kazanıyor. Yarım bıraktığım kitabı yazmaya devam ediyorum, yeniden düzenli yüzmeye başladım, yakınlarımdan gelen yardımı kabul ediyorum ve hatta zorlandığımda yardım talep ediyorum çünkü fark ettim ki sevdiklerim bana yardım elini uzatınca mutlu oluyorum. Nasıl bir farkındalık ama wow.
Araştırmadan bağımsız olarak şükrettiğim olaylara tematik analiz yapacağım. Çünkü bir davranış bilimci olmak bunu gerektirir. Hayatımda bana nelerin iyi geldiğinin bilgisine sahip olduğumu sanıyordum ama bu bilgi bende o kadar somut değilmiş, ya da günlük hayatımın içinden değilmiş diyeyim. Mesela yeni deneyimler için ölüp bittiğimi biliyordum ama allahın bi anadolu şehrinde bırakın her günü, her haftaya bile yeni bir deneyim ekleyebilmem zordu, çabalamıyordum bile. Ama meğerse gündelik basit şeyler, mesela kitabım üzerinde çalışmak, akşam üzeri yürüyüşleri, bir arkadaşla kahve içmek, ailemle kutu oyunu oynamak gibi şeyler de varmış hayatımı zenginleştirebilecek. E zenginleştirelim bakalım.
10 notes · View notes
ardardasiraliisiklar · 2 months ago
Text
Tumblr media
pandora'nın kutusu hikâyesini bilirsin. açılmaması gereken kutu açılır açılmaz hastalık, keder, kıskançlık, aç gözlülük, şüphe, ihanet, açlık ve kin gibi akla gelebilecek her türlü kötülük ve uğursuzluk kutudan sürünerek kaçmış, gökyüzünü kaplayarak uçup gitmiş. bundan sonra, insanlar ne yazık ki sonsuza kadar sefalet içinde acı çekip kıvranmak zorunda kalmış. ancak kutunun köşesinde haşhaş tanesi kadar küçük, parıldayan bir taş kalmış ve taşın üzerine belli belirsiz "umut" kelimesi yazılıymış.
9 notes · View notes
zeytinfilizi · 3 months ago
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
İki ay kadar önce arabamız bozulmuştu, Efendim güvendiği ustasına zor çabalar sonucu götürebildi. Tamirdi, düzendi derken işi bitmiş ücreti ödemiş. Usta demiş ki 'hocam şurada hasta bi yavru var, sanayide yaşamaz sen götürüp baksan hayvancaza'..
Bizimki elinde küçük bir kutu, içinde gözleri çorlu fareye benzer yavru kedi, önünde köpük tabağa koyulmuş ekmek parçaları ve ağırlaşmış bir kokuyla eve geldi. Balkon olsada balkona koysak, zemin katta oturuyoruz. Apartmanın bahçesine koysak şikayet ederler mi, büyük kediler döver mi acaba.. mecbur bahçeye tahta yıkıntılarının arka tarafına koyduk kutuyu. Her gün köpük tabağa çıkıp süt katıyor. Unuttuğu zaman ben çıkıyorum.. derken baktık bizim yavrunun önünde sosisler salamlar(: apartmandakilerde bakmaya başladı.
Bir aylık iznimiz var, şehir dışına çıkacağız kedi de biraz toparladı. Tasını tarağını kutusuna koyduk sokağa bıraktık.. ve iki gün kadar önce bahçemize tekrar gelmiş. Büyümüşte kerata (: hatta cama çıkıp sinekliği tırmalayacak kadar büyümüş (: Efendim uğraşıyor cama gelmesin. Nihayetinde kiracıyız sinekliği bozmasın diye ama nafile. Oyun sanıyor garibim daha çok yukarı çıkmaya çalışıyor..(:
14 notes · View notes
ahhasret · 4 months ago
Text
Tumblr media
3 adet ölmüş ev gördüm…Bu sebeple evimdeki lüzumsuz her şeyi vaktiyle dağıtmanın yoluna bakıyorum…
Sizin için değerli olan şeylerin başkaları için son derece değersiz olabileceğini bu sayede öğrendim. Vaktiyle dağıtın yoksa geride bıraktıklarınıza çok yük oluyorlar…
Siz hiç ölmüş bir evde kaldınız mı?Tabaklarının dolaplarında öldüğü, en güzel fincanlarının, gümüş tepsilerinin, kristal bardaklarının raflarında can verdiği bir evde?
Bir ev, içinde yaşayan öldüğü anda ölmez, evin ölümü daha uzun sürer, onun ölümü illa ki daha yavaş ve daha acılıdır.
Açılmaya başlanan çekmeceler ve içindekiler ölür önce…
Gümüş çatal bıçak takımları ve kutu kutu dantel sehpa örtüleri, rahibe işi masa örtüleri ölür…
Hiç kullanılmamış olsa bile o çekmecelerde o kutularda yaşayan örtüler, evin sahibi öldükten sonraki “göz atılmalar” sırasında , büyük bir acıyla ölürler…
Çekmecesiyle birlikte ölürler; çekmecenin ferforje kulbu, topuzlu anahtarı, üzerindeki camlı büfesi, bir iki “bakılmadan sonra” ölür…
Sonra yerdeki hereke’ler bünyan’lar vardır sırada… Yıllarca üzerinde gezen sahibinin pazar işi terlik topukları delmez de, ondan sonra gelenlerin “acaba ne yapsak bunları” bakışları, kurşuna dizmiş misali deler, öldürür onları…
Masalar ölür “ah nasıl taşıyacağız bunları” laflarını duyunca, biblolar ölür “kime vereceğiz bunları” sözleri üzerlerinde uçuşunca…
Onca yıl yaşanan evdeki ayna sırları düşmüştür, kenarı kırılmıştır, çerçevesi solmuştur ölmemiştir ama, şimdi yabancısı baktığı gibi ona, oracıkta ölmüştür…
Yatak bazası altındaki hurçta misafir takımları, banyodaki hasır kutuda lavanta keseleri; yıllardır el değmemiştir, ölmemişlerdir de, ne yapacağız bunları diye değen ilk el, öldürür onları…
Bakılmayan fotoğraflar, bakılmadıkları yerlerde yaşarlar; nereye koyacağız şimdi bunları diye bakan ilk kişinin ellerinde ölürler…
Tüm eşyalar iç geçirirler son nefeslerinde “en azından o gün, elbiselerle biz de gitseydik, acı çekmeden ölüp bitseydik” diye…
Aynadaki sır değildir ki bu, herkes bilir; evin ruhu şimdi, tuvalet dolabındaki tuz ruhu olsa, daha değerlidir…
Siz hiç ölmüş bir evde kaldınız mı?..
Kalmayınız…
Ölmezsiniz ama, ağır yaralanırsınız…
Dünya Gözüme Kaçtı
7 notes · View notes
amezhu · 3 months ago
Text
Heaven Official's Blessing▪︎
222. BÖLÜM - Hayalet Kral ile tanışma - Veliaht prensin sarayında saklanma - 2
Bunu dediğini duyunca Xie Lian arkasında bir titreme hissetti, iki kulağını da açtı.
Guoshi’nin Jun Wu’nun odasına gizlice girip maskeyi çıkarttığı geceki şeyleri hissediyormuş gibiydi, Jun Wu’nun masanın yanından kalkıp yavaşça kendine doğru gelen ayak seslerini duydu.
Hua Cheng yatağın yanındaki perdelerin tam arkasında duruyordu!
Xie Lian yatağa girdiğinde Fang Xin'i yastığın altına saklamıştı ve şu anda kabzadaki eli onu sıkıca kavramış, doğru anı bekliyordu ama aynı zamanda gerçekten doğru fırsatın gelip gelmeyeceğinden de şüpheliydi. Yine de beklenmedik bir şekilde Jun Wu perdelere gitmek yerine yatağın yanına geldi ve doğrudan vücudunun üzerindeki örtüyü kaldırdı. Xie Lian vücudunun ürperdiğini hissetti ve ayağa fırlayarak ona ters ters baktı ama Jun Wu ona sadece hesaplı bir şekilde baktı ve sessizce, "Bu cübbe sana yakışmıyor," dedi.
“…”
Ancak o zaman Xie Lian onun hala brokarlı Ölümsüzü giydiğini hatırladı!
Brokarlı ölümsüz şimdi beyaz bir cübbeye dönüşmüş olsa da, Jun Wu elbette bunu kaçırmazdı. Bir an için Xie Lian'ı hesaplı bir şekilde izledi, içini çekti ve "Beni dinlemedin. Yine sorun çıkarmaya gittin, değil mi?" dedi.
Xie Lian onu endişeyle izledi, aniden gözleri masaya kaydı ve üzerinde bir hediye kutusu vardı. Kutu çoktan açılmıştı ve içinde birkaç marul, bir miktar patates ve havuç vardı.
“…”
Görünüşe göre Yağmur Ustası Jun Wu’Yu durdurup ona bir şey vermeyi unuttuğunu söylediğinde Yu Shi krallığından getirdiği yetişmiş ürünleri kastediyordu.
Jun Wu’nun arkasında, Hua Cheng bir elini sessizce perdenin kenarını kaldırmak için kullandı, yüzü ortaya çıktığında gözleri Jun Wu’ya doğru bakan Xie Lian’ın gözleri ile karşılaştı.  Elini yavaşça belinde asılı gümüş palanın kabzasına dayadı, ani bir hamle yapıp yapmamayı düşünüyor gibi görünüyordu. Xie Lian doğru zaman olduğunu düşünmüyordu, Jun Wu ile konuşmak istemiyor gibi davranırken, kafasını salladı.
“Ling Wen’i nereye sakladın?” Jun Wu sordu.
Tabii ki Ling Wen’i ona veremezdi. Ling Wen’i gördüğü an neler olup bittiğini ona sormaya gerek olmazdı; onun daruma bebek haline bakmakla Hua Cheng’in cennetin başkentine gizlice girmiş olduğunu anlayabilirdi.
Ama, Xie Lian merak etmekten kendini alamadı –cidden Jun Wu Hua Cheng’in çoktan içeri sızmış olduğundan şüphelenmemiş miydi?
Sonrasında Jun Wu yeniden konuştu, “Xian Le, ifaden "yanlış" diyor gibi görünüyor. Ne yanlış? Brokarlı ölümsüzden başka birini daha mı sakladın?"
Tumblr media
Xie Lian'ın ifadesi o anda hiç değişmedi. Jun Wu onu çok iyi biliyordu. Jun Wu'nun arkasındaki Hua Cheng ile sessizce bakışıyorken Xie‌ ‌Lian‌ kendini toparladı ve soğuk bir tavırla şöyle dedi, “Ne istiyorsan onu düşün. Her türlü zaten kimse çıkamaz yani yapabileceğim bir şey yok. Seni memnun eden şeyi yap, moruk.” Sonra tekrar geri yatıp örtüleri başının üzerine çekti. Jun Wu’ya gelince arkasını döndü ve odanın içinde yavaşça volta atmaya aramaya başladı.
Acele etmeden bir süre aradı ama hiçbir şey bulamadı, Jun Wu bir süre düşündükten sonra yine de perdelere doğru döndü ve elini uzattı. Perde kaldırıldığında hiçbir şey yoktu. Jun Wu bir an duraksadıktan sonra perdeyi indirdi ve yeniden masaya döndü.
Hâlâ yatakta yatan Xie Lian'a gelince, çarpan kalbi hâlâ rahatlamamıştı. Yorganın altında, Hua Cheng hemen yanında yatıyordu ve yüzleri son derece yakındı. Xie Lian'ın kalbi çok sert çarpıyordu, tüm vücudu gergindi. Hua Cheng gülümsedi ve sessizce, "Korkma, Ekselansları"
Jun Wu arkasını döndüğü anda Hua Cheng perdeleri kolayca indirdi. Jun Wu onun yanından geçtikten sonra perdelerin arkasından kolayca sıyrıldı ve sessizce Xie Lian'ın yatağının yanına gitti. Xie Lian onu yatağa çekip içeri tıktı ve tam Hua Cheng içeri girerken Jun Wu tekrar arkasını döndü.
Zamanlama kusursuzdu, ayrıca eşyalar da karmaşıktı, bu yüzden Jun Wu dağınık battaniyeler dışında hiçbir şey görmedi. Sonunda Jun Wu, "Xian Le, uyumayı bırak. Zaten uyuyamazsın. Kalk ve benimle gel." dedi. ‌
Xie Lian cidden yatağın içinde gevşemek ve kalkmamak istiyordu ama eğer kalkmazsa Jun Wu gelip battaniyeyi kaldırabilirdi, yani yalnızca mavi Daruma bebeğini yastığın yanındaki kolunun içine saklayıp yataktan çıkabilirdi.
Jun Wu çoktan yatak odasından çıkmıştı, Xie Lian arkasına baktı. Hua Cheng çoktan yataktan kalkmıştı, gözleri kapkara ve beraber gitmeye hazırdı. Xie Lian ona el salladı ve her şeyin yolunda olduğunu, asla açığa çıkmamasını işaret etti.
Jun Wu çoktan çıkmış ona sesleniyordu, “sorun ne? Neden gelmiyorsun? Yatakta seni geride kalmanı sağlayan bir şey mi var?”
Xie Lian aniden odaya dönerek masanın üzerindeki sebze kutusunu alarak çıktı ve arkasından kapıyı kapattı. Kutunun içinden havuç alarak bir ısırık aldı ve kuru bir şekilde cevapladı, “Bir şey yok. Aç olamaz mıyım?”
Jun Wu elindekine baktı ve sıcak bir şekilde konuştu, “Eğer beğendiysen bende daha fazlası var. Bir dahaki sefer sana göndereceğim.
Xie Lian, “…”
Birkaç blok yürüdüler, uzaktan kargaşa yaratan bir ses duyuluyordu, “HAHAHAHHAHAHA! FENG XİN! SENİ İT! BU ŞEYTAN KRAL ŞU AN SENİN SARAYINI AYAKLARI ALTINDA EZİYOR, NE YAPACAKSIN!! NE! GEL DE BENİMLE DÖVÜŞ!! AHAHAHAH”
Yine Qi Rong.
Yaklaştıklarında tüm altın sarayın onun işgali altında olduğu görülüyordu, devasa ve çirkin “Qİ RONG BURADAYDI” yazısı her yere yazılmıştı. Qi Rong kiremitleri sökmek için çatıların üzerine bile çıktı ve içerideki cennet mensuplarına bağırıp çağırdı. Gu Zi onun yanındaydı, çok mağdur görünüyordu, konuşmak istiyordu ama kendini durdurdu.
Şu anda Nan Yang Sarayı'nın üzerinde zıplayıp tepiniyordu ve Feng Xin sıkıntılıydı ve bu yüzden onu tamamen görmezden geldi; Qi Rong bir süre bağırdı ama sıkıldı, bu yüzden Mu Qing'in sarayına gitti ve aynı şeyleri bağırdı.
Mu Qing onun maskaralıkları karşısında birkaç kez gözlerini devirmiş gibi görünüyordu, Qi Rong öfkeyle ayaklarını yere vurdu, her yerde zıpladı ve Quan Yi Zhen'in sarayının tepesinde zıpladı. Ancak daha ağzını bile açmadan, başı kıvırcık saçlarla dolu ilahi bir heykel aniden odadan fırladı ve uçarak geldi, önce kafasını çarparak onu çatıdan aşağı düşürdü. Bu, kendi ilahi heykelini bir silah olarak kullanan ve doğrudan ona fırlatan öfkeli Quan Yi Zhen'di! Gu Zi şaşkına dönmüştü ve çatının kenarına tutunarak "BABA! İYİ MİSİN?" diye bağırdı.‌
Qi Rong deliye dönmüştü, “QUAN Yİ ZHEN SENİ UTANMAZ APTAL! BANA EL ALTINDAN PUSU KURMAYA NASIL CÜRRET EDERSİN!”
Gu Zi bir anlık tereddüt etse de sordu, “Baba, nasıl el altından olur? Doğrudan heykeli sana fırlatmadı mı?”
Qi Rong bağırdı, “SENİ APTAL ÇOCUK! Bana karşı kazandığı sürece ne yaptığının ne önemi var, hepsi el altından! Aksi takdirde bu ataya karşı nasıl kazansın?”
“Oh…”  Gu Zi cevapladı.
“…” sonuçta Qi Rong onun küçük kuzeniydi bu yüzden Xie Lian yüzünü kapamadan edemedi.
Jun Wu durdu, “Yeşil hayalet.”
Qi Rong bu sesi duyduğunda yüzü kasıldı, sürünerek yerden kalktı ve dikkatlice söyle bir baktı, Jun Wu’ya karşı dikkatli gibi görünüyordu. Bu bakışla ‘baba ve oğul’ ikisi de doğal olarak Xie Lian’ı da gördüler, Gu Zi mutlulukla bağırdı, “Hurdacı Gege!”
Diğer taraftan Qİ Rong sadece alaycı bir şekilde homurdandı, “Vay be! Bu da kim? Kuzen veliaht prens değil mi?”
Xie Lian onu en ufak bir şekilde bile kabul etmek istemedi ama o yine de onu rahatsız etmeye geldi ve laf atarak etrafında daireler çizdi, “Daha önce çok neşeli değil miydin? Arkanda iki dağ ile bana aşağı bakıyordun, şimdi neden kaybolmuş köpek gibi görünüyorsun?”
Xie Lian şaşırmıştı, “arkanda iki dağ?”, sonra fark etti ki biri Hua Cheng diğeri de Jun Wu idi. Önünde duran Jun Wu’ya bir bakış attı, her türlü şeyi hissetmekten kendini alamadı. Aniden uzun zaman önce Hua Cheng’e Jun Wu’nun nasıl biri olduğunu sorduğunu hatırladı. O sırada Hua Cheng'in yanıtı şuydu: ‘Jun Wu ondan gerçekten nefret ediyor olmalı.’
Qi Rong devam etti, "Hehehe, sen Hua Cheng denen şerefsizi destek olarak kullanıp beni pusuya düşürmeden önce, ben senden intikam almaya çalışmadım bile ve başkası senden önce davrandı, gerçekten ne güzel bir karma!"
Jun Wu sessizce konuştu, "Yeşil Hayalet, Xian Le ile saçma sapan konuşmayı kes. Artık astlarını dışarı çıkarabilirsin."
Qi Rong geçmişte Jun Wu'nun arkasından çılgınca küfretmiş olsa da gerçekten Jun Wu'nun karşısına çıktığında asık suratla kuyruğunu kıstırdı. Yüz ifadesi ne kadar isteksiz olduğunu gösterse de başka bir şey söylemeden çatıya atladı, Gu Zi'yi aldı ve ayak işlerini yapmak için koştu.
Jun Wu daha sonra Xie Lian'a döndü, "Gidelim." Xie Lian, Jun Wu'nun onu götürdüğü yola baktı ve içten içe düşündü, 'Bu yön... Qi Rong'un astlarına mı gidiyor? Olabilir mi...' Bir süre sonra bir köşeyi döndüler ve ikisinin önünde görkemli bir dövüş sarayı belirdi.
Ming Guang Sarayı!
Sarayda zaten içeriden gelen kızgın kükremeler ve tutarsız bağırışlar vardı. Xie Lian paniğe kapıldı ve Jun Wu’Yu takip etmeyi önemsemeyi bırakarak içeriye doğru koştu.
Sarayın için tam bir karmaşaydı.
Pei Ming'in yüzü çelik gibi karanlıktı ve Xuan Ji bir engerek yılanı gibi ona yapışmış, bir düğüm atmaya ramak kala etrafını sarmış, uzun saçları dağılmış, yüzü yeşil, dişleri kırmızı, gözleri vahşi ve dik dik bakıyordu. Sanki Pei Ming'in boynunu ısırmak istiyormuş gibi görünüyordu ama kendisi de Ban Yue tarafından boğulmuş ve çekilmişti; diğer tarafta, kırık kılıç tam Pei Ming'in boynuna doğrultulmuştu, delip geçmek üzereydi ama Pei Su'nun elleri tarafından sıkıca tutulduğundan bıçak ilerlemiyordu; Ban Yue ve Pei Su'nun arkasında ise Ke Mo yumruklarını sallıyordu ve eğer onu aşağı çeken kül rengi yüzlü Pei Ming olmasaydı, Ke Mo'nun demir çekiçten daha büyük iki dev yumruğu muhtemelen Pei Su ve Ban Yue'yi dümdüz edecekti.‌ Xuan Ji ve Rong Guang kimin ilk önce Pei Ming’i boğacağı veya bıçaklayacağı tartışıyor, birbirlerini itip kakıyor ve bağırıyorlardı. Xuan Ji çığlık attı, "KAYBOL! PEİ MING'İN BOKTAN HAYATI BENİM, BENİM, HEPSİ BENİM!!!"
Ming Guang kılıcına sahip olan Rong Guang da bağırdı, "SEN KAYBOL! NE CAHİL BİR KADINSIN! PEI MING'İN İSTEMEDİĞİ BİN TANE OLMASA BİLE EN AZ SEKİZ YÜZ KADIN VAR, YÜKSEK SIRADA OLDUĞUNU MU DÜŞÜNÜYORSUN? PEI MING'İN BOKTAN HAYATINI ALACAK OLAN BENİM!!!"
Pei Ming'in alnındaki damarlar şiddetle patladı, "...SİZ... İKİNİZ DE... KAÇIKSINIZ!!! HEPİNİZ KAYBOLUN!!!"
Xie Lian sonsuz bir sempati duyuyordu. Bir anlamda, bu muhtemelen aşırı popülerliğin talihsizliği olarak kabul ediliyordu. "General Pei, dayanın!" diye seslendi ve tam onu kurtarmaya gitmek üzereydi ki, beklenmedik bir şekilde, daha hareket etmeden bir el omzuna dayandı.‌
Arkasındaki Jun Wu konuştu, “XianLe, cidden seni buraya sadece iyi işler yapılmasına yardım etmen için mi çağırdığımı mı düşündün?”
Yaralanma ve hırpalanmanın ortasında Pei Ming ve etrafındakiler de onları fark etti, Ban Yue neşeyle seslendi, “General Hua!”    
Jun Wu elini aşağı doğru bastırdığında, Xie Lian birdenbire tek bir kasını bile hareket ettiremedi, “O zaman neden beni buraya getirdin?”
Jun Wu elini onun omzunda tutmaya devam etti ve onu saraya doğru itikledi.
O içeri girer girmez, birbirine dolanmış kalabalık bir anda yere yığıldı, sanki güçleri emilmişti ve sadece birkaçı hala etrafta çırpınabiliyordu.
"Ming Guang." dedi Jun Wu.
Xuan Ji artık onu boğmuyordu ve Pei Ming'in yüzü nihayet düzeldi. Rahat bir nefes aldı ve "Lordum, gerçekten... bunun için teşekkür ederim" diye cevap verdi.
Ses tonu alaycı olmasa da sözlerinin kendisi oldukça ironikti. Jun Wu aldırmamış gibi göründü ve gülümsedi, "Bana bu kadar erken teşekkür etmene gerek yok, Ming Guang, bir şey yapmama yardım etmen için geldim."‌
“Nedir?” sordu Pei Ming.
“Kraliyet başkentinde, aşağı alemlerde,” dedi Jun Wu, “Şu anda bir insan rünü var.”
Biliyordu.
Jun Wu usulca söyledi, “İnsan rününü yık, ben de seni Kuzey’in savaş tanrısı pozisyonuna geri döndüreyim.”
Pei Ming Xie Lian'a baktı ve kuru bir şekilde kıkırdadı, “Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur insan dizisine korumacılık yapmıyor mu? Onu zorla kıramayabilirim.”
“Tabii ki onu zorla kıramazsın.” Dedi Jun Wu, “Ama sana zorla kırman gerektiğini söylemedim.”
Pei Ming ise rünü kırmak gerçekten kolay olurdu. Yardıma gitmiş gibi davrandığı sürece Shi Qing Xuan elbette ona izin verirdi. Bir kere rüne girdi mi, aniden kaçarsa o zaman rün mahvolurdu.
Ayrıca Hua Cheng şu an kraliyet şehrini korumuyordu bile, yani düzeltemeye gücü yetmezdi!
11 notes · View notes
sexcxsblog · 2 years ago
Text
NASIL BAŞLADI -6
Akşam olunca yemek hazırladım yedik. Ordan abim lafa başladı
-nasıl Fikret abi daha iyi misin
-yok be olum arada sırada yanıklar baya ağrıyor
-yok abi onu demiyorum bizim kız işe yaradı mı
-valla Allah ondan razı olsun baya yardımı dokundu. Biraz daha iyiyim de bu ilaçlar yan etkisi midir nedir acayip azdırıyor beni.
-baya inlettin bizim kızı Fikret abi
-bşraz öyle kusura bakma ama sende hak ver yani kaç ayın azgınlığı
-yok abi sorun depil ben kulaklık takıp müzik dinledim. Eee beğendin mi bizim kızı iyi mi
-açık konuşmak gerekirse bir içim su memeleri amı falan harika. Kardeş gözüyle baktığım zamanlar sıradandı ama bu haldeyken ilaç gibi geldi Semih’im
-iyi bari. Dedi geçti televizyonun karşısına film açıp izlemeye başladı. Bende sofrayı toparlıyordum. Fikret abi
-bak ilaç içtim yine kalktı benim canavar görüyor musun dedi gülerek.
-abi geçin odaya keyfine bak. Ordan bana bağırdı.
-Gül geç odaya Fikret abin sikecek seni. Hiç utanmıyordu böyle konuşmaktan abim. Sinirli bir şekilde
-daha yeni sikti dedim. Ama koltuktan kalkıp boğazıma sarıldı
-bana bak orospu Fikret abinin kölesisin bundan sonra ister 10 kere ister 100 kere siker anladın mı. Diyip beni odama doğru sürükledi.
-adama karşı en ufak bir isteksizlik sayarsam bundan sonra döve döve komalık ederim seni dedi ve kapıyı çarpıp çıktı. Ardından Fikret abi geldi. Beni çatır çatır sikmeye başladı. Yine avazım çıktığı kadar bağırıyordum. Sonunda içime boşaldı ve
-bunu sonsuza kadar yaparım Gül. Bu amın müptelası oldum diyip amıma öpücük kondurup abimin yanına gitti. Bende üstümü temizleyip yanlarına gittim.
-yine bağırttın bizimkini diye güldü Semih abim
-ee bizde biliyoruz bir şeyler semihcim. Am nasıl sikilir benden sorulur. Şu yaralarım olmasa bir de o zaman gör beni diyerek güldü. Abim ordan bana
-kız alabiliyor musun bari Fikret abinin yarrağını He
-hıhı
-vay orospu helal olsun. Film izlemeye devam ediyorduk. Şansımıza erotik film denk geldi. Tabi Fikret abi de azmaya başladı. Abimin yanında memelerimle oynuyordu. Abim görüyor ams sesini çıkarmıyordu.
-semih benimki yine şahlandı oynaşıyoruz kusura bakma
-keyfine bak Fikret abi çekinme benden dedi Fikret abi şortunu sıyırdı.
-yala bakayım orospu amına girecek yarrağı.
Fikret abi artık kelimelerine dikkat etmiyordu abimin yanında. Ben de başladım yalamaya. Taşaklarından başlayıp mantar gibi başına kadar yalıyorum. Bazen elimle 31 çekerken taşaklarımı ağzıma alıp emiyorum. Fikret abi
-Semih bu kız büyüyünce çok fena orospu olacak He bununla evlenen yaşadı diyerek güldü. Semih abim sessizdi ama arada gözü kayıyordu. Birkaç dakika sonra Fikret abi ağzıma patladı.
-yut tohumlarımı yut yut şifa onlar diyip güldü. Ardından bi 10 dk maç sohbetinden sonra odalara geçtik. Fikret abi beni yine bağırta bağırta sikti geceleyin. Artık üstüme pek bir şey giymiyordum bir gecelik giyiyordum sadece. İç çamaşırı giymiyordum hiç. Fikret abi beni canının istediği yerde sikiyordu. Mutfakta oturma odasında. Bir gün abim bu durumdan şüphelendi çünkü ağrısı sızısı olan nasıl bu kadar sikici oluyor bunda bir iş var dedi. Bende bu şüpheyi Fikret abiye söyledim. O da ben onun çaresine bakıcam dedi. Neyse bir gün oturduk yemek yiyoruz. Abim
-Fikret abi iyileşmedin mi hala
-yok be Semih keşke dedi. Belli ki abim Fikret abinin bu rahatlığından rahatsız olmuştu. Çünkü ben nerdeyse çıplak geziyorsam o da boxerla geziniyordu. Yemek yer yemez Fikret abi beni bağırta bağırta sikerdi. Abim odasına çekilir sınava hazırlanırdı. Ama önü dikkatimi çok çekerdi. Yarrağı dışarıya çıkmak için can atıyor gibiydi. Fikret abi ilaç istedi verdim ilacını. Ordan abim
-Benim de başım ağrıyor bana da versene Gül Fikret abinin ilacından içeyim geçsin. Fikret abi anlamıştı abimin niyetini.
-Gül abine git getir odadan masanın üstünde yeni kutu var eskisi bitti onu açıp getir dedi. Bende gittim getirdim verdim abime o da içti. Sofrayı toparladım bunlar televizyon izliyorlar. Abim Fikret abiye dönerek
-abi haklıymışsın bu hap acayip azdırıyor insanı Şuan bir karı bulsam sabaha kadar sikerim. Zor duruyorum Şuan yerimde sen nasıl dayanıyorsun.
-ya anladın mı işte brn her gün her saat böyleyim. O yüzden o gün senden öyle bir şey istedim. Sende Allah razı olsun kardeşini verdin yoksa ölürdüm herhalde diye güldü.
Abim yarrağını sıvazlıyordu. Fikret abi de kendikini sıvazlamaya başladı. Ben yanlarına geçince Fikret abi
-benim orospu geldi ben bunu sikicem sende eline kuvvet kankam diyip güldü. Beni altına aldı zaten iç çamaşır giymiyordum sulanmış yarrağını amına soktu. Çığlığı bastım
-amk kaçıncı sikişim hala ilk günkü gibi dar diyerekten pompalıyordu. İlk defa beni abimin karşısında sikiyordu. Abimde şortundan çıkardığı kalın yarrağı bize bakarak sıvazlıyordu. Ordan Fikret abi Semih abimi kızdırmak için
-iyi ki siktirmişsin kardeşini bana ohhh. Amına koyduğum orospuya doyamıyorum. Ohh 16 yaşında taze kız sikiyorum ohhh. Kanka nasıl güzel sikiyor muyum kardeşini He.
Abim bir şey demiyor ama sikini hızlı hızlı sıvazlıyordu ve sonunda boşaldı. Fikret abi de küfürler savurarak içime boşaldı.
-bitirdin beni Gül ohh diyip koltuğa yaslandı.
Abimde peçete ile döllerini sildi ve benim amıma baktı. Ben yan oturmuş bacaklarımı kendime çekmiştim. Amımdan Fikret abinin dölleri akıyordu ve amım Fikret abinin o koca taşaklarının çarpmasıyla kızarmıştı. Abim o pespembe amımdan süzülen döllere dikkat kesildi. Fikret abi bunu fark edince
-her sabah kahvaltısı benim dölüm bu orospunun ya midesini doyuruyorum ya da amını diyerek güldü. Ben kalktım gittim üstümü temizlemeye. Birkaç yine bu şekilde geçti. Artık Fikret abi istediği yerde sikiyordu beni. Bi keresinde yemek yerken yarrağına oturmamı istedi. Ben oturdum zıplamaya başladım. O bşr yandan yemek yiyor bir yandan da sikiyordu. Arada da abime laf atıyordu.
-kanka zeytinin uzatsana ben Şuan meşgulüm ya diye pis pis sırıtıyordu. Abim sesini çıkartamıyordu çünkü o vermişti beni ona. Eskiden beraber karı kız muhabbeti yapan hatta beraber karıya gittiği adam şimdi yemek masasında gülerek kardeşini sikiyordu. Fikret abi gelmeye yakın beni kucağından indirdi
-al bakalım senin kahvaltın bu diyerek ağzıma boşaldı. Hepsini yuttum sikini temizledim. O da boxerını yukarı çekip televizyonun karşısına uzandı. Bende sofrayı toparladım. Abilerimin yanlarına geçtim. Ordan Fikret abi
-kız ağzım boş durmasın getir o dolgun memelerini emeyim. Sırf abime inat yapıyordu onu kudurtmak için. Beni kucağına aldı yalamaya başladı.
-of bitiyorum bunlara. Hem ısırıyor hemde sert sert yoğuruyordu. Arada da ağzından mememi çıkarıp televizyondakilere küfürü savurup devam ediyordu. Günler bu şekilde devam ederken. Bir gün babamdan telefon geldi. Akşama eve gelirmiş. Olup biteni Fikret abiye anlattım o da buraya kadar dedi planımız devam edemeyiz artık. Sargıları çıkardık falan derken abim
-oo sonunda iyileştin He Fikret abi
-He kanka sonunda kurtuldum bu sargılardan. Kollarını bacaklarını gösterip eskisinden daha iyi baksana.
-valla öyle
Fikret abinin morali bozuktu çünkü artık beni sikmesi için bir neden yoktu artık sözde yaraları iyileşmiş ve o azdırıcı ilaçları kullanmıyordu. Semih abimin yüzünde güller açıyordu o çok sevinmişti bu duruma. Gün çok rutin geçti. Fikret abi bavulunu hazırladı yarın için artık evine dönmesi gerekiyordu. Abim dersine bende ev işlerine döndüm.
139 notes · View notes
1sairbisikletle · 8 months ago
Text
Meursault’la Konuşmalar 35
Merhaba Meursault, arayı biraz açtık. Sebebi biraz isteksizlik biraz da yazmaya her niyetlenişimde araya başka bir işin girmesi. Misal bu sabah yazmaya niyetliydim, bilgisayarı açtım baktım şarj sıfır ve odadaki iki prizde de kardeşimin cihazları takılı. Az önce yine açtım, bu sefer Tumblr hata verdi. Evde de böyle oldu birkaç kez.
Evde de diyorum çünkü Balıkesir’deyiz. Pazar günü önce Bandırma’ya gittik, teyzem yeni ev aldığı için ona hayırlı olsun diyelim hem de beraber orada iftar etmiş olalım diye. Yemeği dışarıda güzel bir Konya pidecisinde yedik. Ardından teravihe gittik hep beraber. Akşamla yatsı arasında biz kuzenler olarak sahili de çok kısa bir turladık.
Tumblr media
Burada bir iş için çağırdılar taslaklara atıp gittim. Dün akşam bir saat uğraşıp uzun bir günce yazdım tumblr boşluğa gönderdi. Yok oldu resmen. Bilgisayardan da on kere falan girip yazmaya çalıştım ama site açılmıyordu bir türlü. Meğer teyzemlerin interneti otomatik olarak güvenli internete geçmiş, nedense tumblrı açmıyormuş o yüzden. Şimdi düzelttim ve girebildim.
Biraz geriden alırsak, Ramazan'ın son bir haftasını aşırı derecede bereketsiz geçirdim. İki gün ilacımı yanlış almışım, eczacı kızdan asıl ilaç depodan gelene kadar düşük miligramlısını istemiştim ayarlayıp içecektim. O sırada diğer ilaçtan bahsettiğimiz için bana onu vermiş. Ben de sahurda gözüm yarı açık yarı kapalı iki gün içtim onu. İkinci gün içtikten sonra kutu bi garip geldi bi baktım uyku için aldığım ilaç. Ama artık çok geçti. Kafam uykudan kalkmıyor diyordum, meğer ondanmış. Gerçi normalde de çok uykuluydum bu Ramazan çünkü beynim kaçınmak için uykuya başvuruyor. Daha önce geçtim buralardan.
Bir akşam iftardan sonra baktım işler korkunç miktarda birikmiş, ben çalışmaya çıkıyorum deyip çıktım. Totalde bir saat çalışmamışımdır ama evde akşama kadar başında durup yapamadığım kadar sayfa okudum. Hala korkunç miktarda işim var ama yapma isteğim yok. Bir noktada patlamadan bunu çözmem lazım. Çünkü baya baya birikti işler. Hatimim de bitmedi o da canımı sıkıyor.
Tumblr media
Ertesi gün maniküre gittim, bayramda ellerim beni mutlu etsin diye ama yine istediğim gibi olmadı. Halbuki kadın çok özenli yapıyor işini ama bir yerde yanlış yaptı galiba bir şeyleri.
Balıkesir'e gelmeden önceki son gün annem ve kardeşim iftarı Sultanahmet'te yapıp Ayasofya'da teravih kılmak istedi. Ben evden çıkarken planımız evden yemek hazırlayıp gitmekti, döndüm plan değişmiş. İftara 1 buçuk saat varken yapılan plan şu, meydana gidecekmişiz biri tramvayla Sirkeci'ye Bereket'e gidip siparişimizi alıp gelecekmiş. O öyle olmaz bak buradan alıp gidelim dedim soğur dediler. Peki dedim. İftara 10 dk kala Küçük Ayasofya'daydık, medeniyetsizin biri yolun ortasına koca otobüsü bırakmış gitmiş, trafik sıkıştı ilerlemiyor. Arabada beklerken ezan okundu. O arada da yemek işini ne yapacağız dedim, hala biri gider alır diyorlar. Dedim ki Sirkeci'de Bereket olduğuna emin misiniz siz, evet sorduk dediler. Ne dediler dedim, Eminönü'ndeymiş dediler. Sanki Eminönü Sirkeci demekmiş gibi onun da orada olduğunu varsaymışlar, halbuki Mısır Çarşısı'nda. Sirkeci'deki yerleri aradım mümkün değil sipariş almıyorlar. Kaldık öyle, trafik de ilerlemiyor. Arasta'nın orada olunca dedim ben ineyim yemek işini halledeyim sizi gelir bulurum, yol açılırsa da şuradan ilerleyin. İndim, yolda giderken bir teyzenin elinde pide gördüm, oralı sandım dedim ki elinizde pide var yakında fırın mı var. Simit alacağım varsa. Meğer onlar da bizim gibi iftara gelen bir ekipmiş, önden arkadaşları yürüyormuş. Bana yalnız yalnız iftar etme gel bize katıl dediler hemen. Dedim yok arabada bekliyorlar, bu sefer pide vermeye kalktılar yemek ayarlamaya çalıştığımı öğrenince. Çok tatlıydılar. Neyse meydana vardım, Derviş diye bir yer var daha önce kahve içmiştim, etin kaynağı da güvenilir olunca oradan et dürüm aldım hepimize ama bir sorun var, adamlar nakit çalışıyor. Dedim Atm'den çekip geleyim hemen, yok abla ezan okundu yemeğini rahat rahat ye getirirsin sakın acele etme dediler. Bu devirde bu güven. Allah razı olsun dedim arabaya döndüm, bizimkiler hala aynı yerde, herkes kontak kapatmış. Arabada açtık orucumuzu. Birkaç kere biz inelim ablam da park edip gelsin boşa bekliyoruz dedim ama ablam katiyyen kabul etmedi. Herkes gidecekmiş de o ne olacakmış. Neyse otobüsün şoförü bulundu, trafik açıldı sarayın oraya kadar geldik ama otoparklar hınca hınç dolu yer yok. Dedim hepiniz inin arabadan, herkesin akşamının zehir olmasına gerek yok, ben buraları biliyorum direksiyona geçeyim park eder yanınıza gelirim. Ben öyle deyince indiler, babam kaldı ne olur ne olmaz diye, birkaç kere turladık onu da indirdim senin de namazın dar vakte kalmasın deyip. Kendim yatsıya beş dk kalana kadar döndüm durdum. Bereket küçük bir caminin yanında park yeri buldum. Baktım ezan okunmadan her şeyi hallettim, teravihte bizimkilere katılayım dedim. Yalnız oturunca içeriz diye aldığımız 4L çay termosu, babamın hırkası, minderler hasırlar her şey arabada. Onları da yüklendim. Yokuş yukarı kan ter içinde vardım Sultanahmet'e. Camiyi geçtim son cemaat yerleri bile tıklım tıklım. Biri yer verdi de son dk yetiştim namaza. Vitrden önce bizimkileri aradım nerdesiniz diye, içerideyiz dediler. Kardeşim illa ısrar etti içeri gel diye. Elimde dünya kadar yük var, boşver dedim ısrar etti. O arada güç bela taşıdığım tatlı poşetimizi düşürmüş, namazdan sonra bir posta onu aradım caminin içinde dışında. Bulamadım. Bulana afiyet olsun. Namazdan sonra koşarak dürümlerin parasını vermeye giderken merdivenlerde kaydım ve düştüm. Her yerim acıyor hala. Tatlı olayını fark edince canım sıkıldı, bulamayıp dönünce de oturamadım dedim ben tatlı bulacağım bir yerden. Türk Edebiyatı Vakfı'nın içindeki Hafız Mustafa'dan kadayıf aldım ama hiç formunda değildi, üzdü. Bizimkilerle çay içtik, 12'ye kadar oturduk sonra eve döndük. Kimse sayende biz Ayasofya'da akşamı kıldık, telaşesiz teravihe yetiştik demedi, teşekkür etmedi. Ablama bir kere sen trafikte ilk sıkıştığımızda tek kalmayı kabul etsen herkes arabada iftar etmek zorunda kalmazdı dedim, çıkıştı bana. Ben enayiyim çünkü. Neyse ben Allah rızası için yaptım, her zamanki gibi çektim sineye. Eve gelince herkes valiz hazırlığına girişti, ben sabah hallederim deyip yattım. Hallederim çünkü. Nitekim hallettim.
Tumblr media
Annem üç gün önceden başlamıştı yol için panik yapmaya. Ben yola çıkacağımız sabah bir saat içinde hem valizimi hazırladım hem de kendimi. Yola çıkacağımız vakit arabayı yerleştirdim yine de herkesten önce hazırdım. Anneme göre asla vaktinde yetişmezdi işlerim. Annem eskiden böyle panik olmaz, her şeyi büyütmezdi. Şimdi tıpkı ablam ve kardeşim gibi oldu. Hem panik oluyorlar hem de başkasının olmamasından rahatsız oluyorlar. Rahatlığım batıyor resmen. Bunu umursamamayı öğrendim ama. Yolda arabayı ablamın kullanması gerektiğine karar vermiş annem. Ben çok rahatmışım, hiç tedbirli gitmiyormuşum. Alakası yok halbuki tedbirle, sadece araba kullanırken stres olmuyorum. Ablam hala iki eli sımsıkı direksiyonda kullanıyor arabayı, bunca yıl oldu halbuki. Benim tek elle kullanmam da tedbirsizlik oluyor. Ne zaman direksiyona geçsem ablam daha sitenin içinde başlıyor yavaş, sağa dön, sinyal ver, yavaş, yavaş, yavaş... İhtiyacım olduğundan da değil, kontrol manyaklığı. Aramızda araba kullanım tecrübesi açısından sadece bir yıl var ama ilginç bir şekilde araba babamın değil de onunmuş, ben de acemi şoförmüşüm gibi davranıyor. Annem de ona uyuyor. Bu arada gerçekten iyi bir şoförüm, arabaya bizimkiler dışında binen herkes aynı yorumu yaptı bu zamana kadar. Babam ve ablam Maraş'tan sonra İstanbul'da araba kullanmak konusunda epey süre çekimser kalırken ben bir gram zorluk yaşamadım, orada sürdüysem burada daha rahat sürerim dedim nitekim öyle de oldu. Bizimkilere bu rahatlığım da batıyor. Ne zaman arabayla bir yere gitmek istesem annem bahaneler sıralıyor, sanki evin serseri oğluyum. Araba olacak ama kapıda duracak. Ablam isterse o başka, onun bahaneleri hep geçerli, bana geline toplu taşımayla git oluyor. Bu yüzden her direksiyona geçişimde bir an önce kendi arabam olması için dua ediyorum. Param yok, işim yok, evlendiğim de yok ama hazinenin sahibi Allah, ben ondan istiyorum. Kimseden izin almadan kullanabileceğim, kullanırken sürekli eleştirilmeyeceğim, müdahale edilmeyeceğim bir araba. Lütfen Allahım, isteği veren sensin, oldurursun biliyorum. Bu arada ablam yol boyu kaç kere ani fren yaptı - çünkü bu normal bir şey, bazen öyle gerekir ama ben yapınca arka koltuktan çığlıklar geliyor aaa neden öyle yapmışım görmüyor muymuşum, sanki sebebi benim, trafik bu- kaç kere sinyal vermeden geçti, olur olmadık yerde hız yaptı, hiç sesimi çıkarmadım. Bana yapılırken hoşuma gitmiyor çünkü. Şoför ben değilsem müdahale etmemem gerektiğini biliyorum çok şükür. Bu yaşananlar küçük görünen ama birike birike insanı mahveden şeyler. Uzaktan abartıyor gibi görenlere gelip benim yerimde bir gün geçirmesini öneririm. Sürekli beklentileri karşılaması gereken ve ne yaparsa yapsın eleştirilen biri olmak çok zor. Bizim ailenin huyu bu. Geniş ailemiz dahil herkes aşırı mükemmeliyetçi ve kimse bir şeyi beğenmiyor. Dedemin huyu anneme, teyzelerime ve biz çocuklara sirayet etmiş. Eleştirildikçe eleştiren olma dozu artmış herkesin. Gerçi babam da farklı değil. Neyse. Bunlar içime birikti bir haftadır. Kimseye yaranamıyorum, o halde tartışmanın manası yok diye kısa kestim hep konuşmaları. Bir yere varamıyoruz zaten.
Bandırma'ya gelişimiz son dk planıyla oldu. İftara bir saat kala oradaydık. Sahurdan sonra da Kepsut'a geçeriz diye planlamıştık. Gece uyumayalım oturalım dediler ama ben ilacımı aksatınca hiç iyi olmuyor diye geç vakit de olsa aldım, bu sefer tam sahur sırasında ilaç etki etti elim ayağım gerildi, uykuyla uyanıklık savaşıyor resmen beyinde. İki lokma ye beş dk yerde uzan iki lokma ye geç koltuğa uzan şeklinde geçti. En son sızmışım, beş dk kala su içmeye kaldırdılar. Namazları çıkıp yola çıktık. Yolda da uyumuşum. Kepsut'a vardık diye kaldırdılar, yukarı kata çıkıp vurdum kafayı. İkindiye yarım saat kala zorla uyandım, öyle uyumuşum. Uyku düzeni falan hak getire. Akşam teyzemler de iftara yetişti. İftarın ardından küçük teyzem hadi Balıkesir'e gidiyoruz teravihe dedi, daha doğrusu ablamla plan yapmışlar diğer teyzem bana sen de git deyince dahil oldum. -Araba sanki ablamınmış ben de yokmuşum gibi yapılıyor sürekli planlar. Mesela ben bu satırları yazarken de annem babam ablam bensiz yapılan bir planla bir yere gittiler, bana da yola çıkmadan yarım saat önce gelmezsin diye demedik ama gelecek misin dediler. Yok dedim. Böyle yazınca sürekli ablamdan şikayet ediyormuşum, onu kıskanıyormuşum gibi bir tablo çıkıyor farkındayım. Ama değil. Küçükken de böyleydik. Adil davranılmamasına o zaman da itiraz ederdim, şimdi de ediyorum. Ablam ve kardeşime prenses bana herkülle kül kedisi arası bir konum verilmesine karşıyım. Ağır kaldırılacak oldu mu Erva, gezme oldu mu diğerleri. Bu hep böyleydi. Niye çünkü ablam zayıf, ablam iki dirhem bir çekirdek, ben kilolu gücü kuvveti yerinde, bütün ağır işler benim olmalı. Annem de böyle bakıyor olaya, teyzelerim de. Bugün teyzeme bunu sürekli yapıyorsun çok rahatsız oluyorum dedim. Annem müdahil oldu hemen teyzemi savundu, dedim sen dahil olma ben teyzeme rahatsızlığımı ifade ediyorum. Eskiden olsa birikir birikir patlardım. İyi, gelişme var.- Onların planına uyunca kalktık koşa koşa Eski Cami'ye gittik Balıkesir'e. Balıkesir Kepsut arası 20 dk. Gelinmeyecek yol değil. İstanbul'da teravihe harcadığım yol bundan uzun. Neyse ki namaz çok güzeldi. Hocalar neva, saba, nihavend, acemkürdi gezdi de gezdiler. Hatimle teravihin son günü olunca duaya da denk gelmiş olduk. Kıraatiyle, ilahileriyle, duasıyla tam bir son teravih oldu. Memleketimizin her köşesinde böyle hafızlar var artık, ne mutlu.
Dünü de teyzemle avluyu kıştan yaza geçirme işiyle uğraştık. Çekyatlar falan düzlenip temizleneceği için bu iş elbette bana aitti. Pislik, toz, o bu derken alerjim tetiklendi bütün gün uğraştım durdum ama who cares? Neyse.
Tumblr media
Bugün bayram. Bayram gibi hissetmiyorum. Canım sıkkın, sinirliyim. Artık hiçbir yere ait hissetmiyorum kendimi. Eskiden Kepsut'a gelince neşe dolardım, şimdi eve dönmek için gün sayıyorum. Yalnız üst kattan alt kata inerken rüzgarın içime doğru estiği ve bahçenin yeni yeni çiçeklenen leylağınının kokusunun burnuma dolduğu anlar müstesna, hayata işte onlarla tutunuyorum.
İşte böyle Meursault. Yaşamıma anlam katamadığım, öylece sürüklendiğim bir bayram yaşanıyor. Anlayacağın, bayramsa bayramımız mübarek olsun.
11 notes · View notes
insanzee · 1 year ago
Text
Tumblr media
Dün terasta kitabımı aldım vantilatörü yatağıma sabitleyip uzandım biraz okuma yaparken tatlı bi uyku geldi uzandım biraz şekerleme yapayım derken bi saat kadar uyumuşum☺️ bi uyandım ki saç, sakal ıslak yatak, kitap su içinde 😂 hayırdır lan deli nasıl bi rüyaydı ki bu denli etkisinde kaldın dedim😁 meğerse yağmur yağmış tüm teras ıslak😂 benim günahım yokmuş yani😊 her neyse biraz üşütmüşüm gidip favori ilacım aspirinden bir kutu alayım dedim herif barkodu okuttu ve demesin mi 65 tl 😲 efenim siz onu bir daha öttürün bi yanlışlık var galiba dedim ama yok, gerçekler böyle acı işte😊 bayım o sizde kalsın ben bir daha o tip rüyalar görmem aspirinede o parayı vermem dedim😁 yok lan öyle bişey demedim tabiki de😂
Şaka bi yana işte böyle dostlar ben şok oldum. bu nedir lan aspirin olum aspirin lan kanser ilacı değil. Ülen makarnacılar hep sizin yüzünüzden bunlar bak memleketi ne hale getirdiniz😡 eliniz mi kırılsın kafanız mı kırılsın artık siz düşünün😠
30 notes · View notes